Depremin üzerinden tam 6 gün geçmişti. Televizyondan sosyal medyadan gördüklerim bile beni ne kadar da üzmüştü hem insan olarak hem bir jeolog olarak.
Cumhuriyet savcılığından bir telefon geldi, deprem bölgesine bilirkişi olarak delil tespit çalışmalarına katılıp katılmayacağımı sordular. Hayatımda belki de hiç düşünmeden, sormadan ve sorgulamadan “Evet” demiştim.
Aslında deprem sabahından beri bölgeye gidip bir yardımım dokunsun istedim. İnsan olarak bu ülkenin bir evladı olarak nasıl katkım oluru ilk günden beri düşünmüştüm ama ne yazık ki desteğim uzaktan olabilmişti.
Gelen telefonla ufacık bir faydam olur mu düşüncesi ruhuma iyi gelmişti, dönerken hissedeceklerimi düşünmeden…
Meslek hayatımda çok araziye gittim, çok zor zamanlarım da oldu ama hiç bu kadar zor nefes aldığımı anımsamıyorum.
Türkiye’de gitmediğim 10 şehirden biriydi Hatay. Gitmeyi düşlediğim, kültürlerin beşiği olan şehri bu şekilde göreceğimi tahmin bile edemezdim.
Hatay-Belen’den itibaren gökyüzünde acının kokusunu duymaya başlamıştım. Herkes yardım etmek için seferber olmuştu, insan olmanın farkındalığını her anda görebilmek mümkündü.
Ertesi gün erkenden çalışma yapacağımız bölgeye vardığımızda aslında gece hiçbir şeyin farkına varamadığımı gördüm ama görmek istemedim, bir kabusun içinde olmayı ve uyanmayı çok istedim oysa ki.
Bizim çalışma alanımız Antakya’daki birkaç büyük cadde idi, tek tek, sokak sokak, bina bina gezdik delili tespit çalışmalarını yapabilmek için.
İlk gittiğimiz yer Rönesans Rezidans’tı, kapısında 2 tane A4 kağıt asılıydı, ölü ve canlı listesi, insana bu kadar ağır gelemezdi gördüğü bu kağıtlar.
Günlerce sokaklarda dolaştık, gördüğüm o kadar çok kare var ki kiminin mezuniyet fotoğrafı, kiminin 70’lerden kalmış düğün fotoğrafı, kiminin çeyizi. Bazen ağlar kalbiniz ya benim kalbim çok ağladı. O anı yaşayanların ve kalanların neler hissettiğine dair empati yapabilmemizin mümkün olmadığına eminim.
Enkazların içinde yürüdüğümde sanki ben, ben değildim. Ruhum ayrı bedenim ayrı acı çekti.
Depremlerin değil bilinçsizliğimizin yıktığı hayaller beni nefessiz bıraktı, nefessiz kaldım. Yollara saçılmış hayatların ve hayallerin fotoğrafları sanki ruhumu cansız bıraktı. Burnumda acının kokusu var hala.
Kaldığım süre boyunca yaşadığım bunca olumsuzluğa rağmen umut dolu bir zaman dilimimiz de oldu elbette. Bunu da paylaşmadan edemeyeceğim.
Sanırım depremin dokuzuncu günüydü, İnşaat Mühendisi ekip arkadaşım Orhan Abi ile dönüp birbirimize baktık, aynı anda duydun mu sesi dedik. Heyecandan ikimizin de sesi titriyordu.
Hemen yardım ekiplerini çağırdık, ses o kadar halsiz kalmış ellerden geliyordu ki belki de sesini duyurabilme mücadelesi onu güçsüz bırakmıştı. Biz işimize, delil tespit çakışmalarına devam etmek zorundaydık. Ama aklım ve kalbim o sesteydi, sabahı zor ettim.
Dün küçük bir umut ışığı ile sevindiğimiz noktaya gittik, evet bir kadın kurtarılmıştı. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgi geçilmişti.
Arama/ kurtarma ekiplerinin canla başla günlerce çalışmasının ve bunu gönüllü olarak yapmasının en büyük nedeni bir insanı hayata bağlanmanın verdiği umut kokusu olduğunu o an anlayacağımı nasıl bilebilirdim ki…
Aslında o kadar enkazların üstünde gezerken, binaları incelerken, insanlarla dertleşirken bildiğim ama belki de hayatımın o günlerinde özümsediğim en önemli şey şu oldu.
Mühendisten demir bağlayan işçiye kadar herkesin vicdanlı, ahlaklı olması gerekiyordu. Bu insanın yasası olmalıydı. Düşünüyorum da o günden beri, işini yapan herkes ahlaklı, vicdanlı, etik değerleri olan bireyler olsa bu dünya nasıl da mutlu nefes alınan bir ülke olurdu.
Yer-zaman farklı olsa da ülkemizde ve dünyada yaşanan tüm doğal afetlerde, hissettiğimiz acının kokusunun aynı olduğunu düşünüyorum.
Ben gökyüzünde acının kokusu olmayan günlere mutlaka bir gün merhaba diyeceğimize inanıyorum…
17 Ağustos, 12 Kasım, 6 Şubat!! Yer- Zaman Farklı, Acının Kokusu Aynı…
Arzu Er
Yorumlar