1985 yılında, Birleşmiş Milletler’in düzenlediği bir program çerçevesinde Oslo’ya, Norveç’e 15 günlük bir iş gezisine katıldım.
Şehrin soğuk ama berrak havasında, bir gün kendimi Kontiki müzesinde buldum. O an, yalnızca bir denizcilik serüvenine tanıklık etmiyordum; kafamın içinde bambaşka bir kıvılcım yanmıştı. İşte o an, Vikinglerin Odin’i ile Orta Asya Türklerinin Gök Tengri’si arasında, belki de göğün en yüksek katında kurulmuş bir akrabalık olabileceği fikri zihnime yerleşti. O gün bugündür, bu düşünce zihnimde hep taze kaldı.
Gök Tengri, bozkır halkları için göğün bizzat kendisidir. Yaratan, kaderi yazan, kağana kut veren en yüce varlık… Odin ise İskandinav panteonunun baş tanrısı; yaratıcı değil belki ama bilgeliğin, savaşın, büyünün efendisi, Asgard’ın hükümdarı. İki inancın da tepesinde gök durur. Farklı coğrafyalar, farklı diller… Ama tanrının tahtı hep yukarıdadır.
Bir de işin savaşçı tarafı var. Bizde kağan, gücünü Gök Tengri’den aldığı kut ile meşrulaştırır. Kuzeyde ise kral ya da jarl, Odin’in soyundan geldiğini söyler ya da onun lütfuna sığınır. İki tarafta da hükümdarlığın anahtarı, gökten alınan bir onaydır.
Peki ya yazı? Orhun Yazıtları’nı gördüğümde, taşların üzerindeki o keskin hatlı harfler bana hep İskandinav runelerini hatırlatmıştır. Elder Futhark denen Viking alfabesi de aynı şekilde köşeli ve sert çizgilidir. Neden? Çünkü ikisi de taşa, ağaca oyulmak için tasarlanmıştır. Bu, benzerliği açıklamak için en makul sebep olabilir.
Ama benim için bu benzerlik yalnızca Orhun taşlarında ya da Viking runelerinde başlamadı. Ankara’daki Gordion Antik Kenti’nde, Midas’ın babası Gordias’a ait olduğu anlaşılan tümülüsün girişinde gördüğüm o gizemli yazı, zihnimde yeni bir kapı açtı. İlk bakışta bana Viking alfabesini, ardından da Türklerin Orhun Abidelerindeki runik yazıyı düşündürdü. Henüz bildiğim kadarıyla Frig alfabesi tam olarak çözülebilmiş değil. Ama bende yarattığı etki, bu yazıların birbirine selam veren uzak akrabalar olduğu hissini uyandırdı.
Ya tek sebep bu değilse? Ya kuzeyin savaşçıları ile bozkırın atlıları bir yerde, bir şekilde karşılaştıysa?
Tarih bu ihtimali büsbütün reddetmiyor. 8. ile 11. yüzyıllar arasında Bizans ordusunda görev yapan Vareng Muhafızları –yani Viking savaşçıları– İstanbul’da, Anadolu’da, Kafkasya’da görev yaptı. Aynı şehirlerde, aynı meydanlarda Orta Asya kökenli askerlerle omuz omuza durmuş olmaları işten bile değil. Bir hançerin kabzasındaki desen, bir miğferdeki işaret ya da bir mezar taşındaki motif… Belki de bu benzerliklerin izini taşıyor.
Anadolu zaten başlı başına bir kavşak. Frigler’in deniz yoluyla gelişinden Balkan göçlerine kadar, bu topraklar her yöne açılan bir kapı oldu. Belki de runik biçimler, hem kuzeyden hem doğudan gelip burada birbirine değdi.
Mitolojiye bakınca da ilginç yankılar var. Valhalla’ya giden savaşçı ruhları ile bizim “uçmağa varmak” inancımız… İki dünyada da savaşçının onurlu ölümü, başka bir âleme kabulün kapısını aralıyor. Farklı isimler, farklı hikâyeler… ama aynı duygu.
Elbette itirazlar da var. Benzerliklerin çoğu tesadüf olabilir. Belki de aynı malzemeyle çalışan iki farklı kültür, kaçınılmaz olarak benzer işaretler üretmiştir. Ama ben bu ihtimali bir kenara bırakıp, “ya gerçekten bir temas olduysa?” sorusunu sormaktan vazgeçemiyorum.
Belki de bu hikâye, hiçbir zaman kesin olarak kanıtlanamayacak. Ama biliyorum ki, kanıt aramak bile bize yeni yollar açar. Belki bir gün bir müzede, üzeri yıpranmış bir taşta, hem Vikinglerin hem Türklerin tanıdığı bir işarete rastlarız. Ve o zaman gökyüzüne bakıp şunu deriz:
“Demek ki Odin ile Gök Tengri, çoktan tanışmışlar.”