Kırgızistan’da Oş’un dağlarında Oğuz adını işitmiş, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin depolarında Frigya’nın küçük figürlerine hayran kalmış, Ankara’nın kalbinde Ahiliğin izini sürmüş biri olarak ben, her defasında aynı soruya dönüyorum: Köklerimiz nereye uzanıyor? İşte o noktada karşımıza, tarih kitaplarının kimi zaman kasıtlı olarak gölgede bıraktığı bir halk çıkıyor: İskitler, ya da kadim adıyla Sakalar.

Herodotos’un satırlarından Pers yazıtlarına kadar onların varlığını biliyoruz. Pers kitabeleri Sakaları üç ana kola ayırır: Saka tigrakhauda (başlarına uzun başlık takanlar), Saka haumavarga (haoma içkisiyle ilişkilendirilenler) ve Saka paradraya (deniz ötesi Sakalar). Bu üç adlandırma, İskitlerin Avrasya bozkırının tamamına yayılmış bir halk konfederasyonu olduğunun en açık delilidir.

Kurganlardan çıkan buluntular bize onların dünyasını anlatır: at kurbanları, altın geyikler, kartal figürleri, savaşçı kadınların gömüleri… Kadınların kılıçla toprağa gömülmesi, Amazon efsanelerine ilham verdi. Hayvan üslubu sanatları Altaylardan Anadolu’ya kadar iz bıraktı.

Ama mesele sadece arkeolojik kazılarla sınırlı değil. Onların kültürüyle Türklerin kültürü arasındaki bağ, görmezden gelinemeyecek kadar güçlü. Alp Er Tunga’nın destanı, Şehname’de Afrasyab adıyla anılan figür, doğrudan İskit coğrafyasına işaret eder. Issık Kurganı’ndan çıkan “Altın Elbiseli Adam” yalnızca Kazakların değil, bütün Türk dünyasının sembolüdür.

Ve bir başka ses: Bizans İmparatoru VII. Konstantinos Porphyrogennetos, 10. yüzyılda kaleme aldığı De Administrando Imperio adlı eserinde Macarlardan “Tourkoi” (Türkler) diye söz eder, onların ülkesini ise Tourkia (Türkiye) olarak adlandırır. Hazar steplerini de “Doğu Türkiye” olarak görür. Yani Batı’da Macar bozkırına, Doğu’da Hazar sahasına “Türkiye” deniliyordu. Bu ifade, Bizanslıların gözünde bozkır halklarının tamamını aynı köklerden gelen bir bütün olarak gördüklerini gösterir. İskitlerin gölgesinden Hunlara, oradan Türk boylarına uzanan zincirin Batılı kaynaklarda bile bu şekilde algılanmış olması, tarihsel sürekliliğin en çarpıcı kanıtlarından biridir.

Bugün akademik dünyada hâlâ tartışılıyor: İskitler İranî miydi, Türk müydü? Dil kalıntıları İranî ihtimali güçlendiriyor ama kültürün bütün izleri –atlı okçuluk, kurgan geleneği, kadın savaşçılar, hayvan üslubu– bizi Türklerin tarihî damarına götürüyor. Evet, dil tartışmaları onları İran’a yaklaştırıyor. Ama ben onların at koşumlarına, kadın savaşçılarının gömülerine, kurganların sessizliğine bakınca, kendimi onlara çok daha yakın hissediyorum.

Benim için mesele şu: Köklerimizin sessiz çağrısını duyabilmek. O çağrı bazen Anadolu’daki bir vazoda, bazen Oş meydanında hâlâ “Oğuz” diye anılan bir şehir isminde, bazen de Pazyryk kurganında buzların içinden çıkan bir at koşumunda yankılanıyor.

Ve bütün bu izleri birleştirdiğimde, şunu sormadan edemiyorum:
Biz mi İskitlerden koptuk, yoksa onlar mı hiç bizden kopmadı?