Bir şehir, yalnızca taş binalarıyla değil, kelimelere sinen gölgesiyle yaşar.
Ankara, soğuk sabahlarının buharına, taş duvarlarının sessizliğine ve gecelerinde yankılanan tren düdüklerine edebiyatını saklamış bir şehirdir. İstanbul’un denizine karşılık, Ankara’nın kelimeleri karasal bir ruhtan beslenir: İçli, ölçülü, derin.
Cumhuriyet’in Masası, Kalemlerin Başkenti
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Ankara yalnızca siyasal bir merkez değil, düşüncenin de atölyesiydi. Dil, tarih, kültür, sanat... Hepsi burada yeniden yoğruluyordu.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara romanı, bu yoğruluşun en çıplak aynasıdır: Üç dönem, üç yüz, üç umut. Mehmet Âkif Ersoy’un Taceddin Dergâhı’nda yazdığı İstiklâl Marşı, yalnızca bir şiir değil, Ankara’nın taş duvarları arasında yankılanan bir yemin gibidir.
Nurullah Ataç’ın masa lambasının ışığı, Türkçenin devrimini besleyen küçük bir güneşti; o ışığın altında bir dil, bir ulus yeniden yazıldı.
Kâğıt Üzerinde Kurulan Şehir
Ankara’da yazan yazarlar, çoğu kez şehri bir fon değil, bir karakter olarak görür.
Behçet Necatigil’in dizelerinde, memuriyetin dar koridorlarında sıkışmış yalnızlıklar vardır. Attilâ İlhan’ın Ankara’sı sisli, gri, biraz da yenilmiş bir şehirdir.
Ceyhun Atuf Kansu’nun kaleminden akan her satırda, Cumhuriyet’in çocuklarına duyulan inanç, taş binaların içinde yankılanır.
Gülten Akın’ın kadınları, Ankara sokaklarında yürürken kendi kaderlerini ararlar. Onun şiirlerinde, devrimlerin ardındaki duygusal sessizlik duyulur:
“Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya…”
Edebiyatın Arka Sokakları
Zafer Çarşısı’nın fotokopi kokan alt katlarında, bir zamanlar dergi çıkaran gençler vardı.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin koridorlarında yürüyenler, şiiri yalnızca yazmıyor, yaşıyorlardı.
Hilmi Yavuz’un öğrencileri, Ankara rüzgârında kelimeleri yoğuruyor; Ahmet Telli, Metin Altıok ve Özdemir İnce, taş duvarlara şiir asıyordu.
Bu şehrin edebiyatı gösterişli değildir; ama bir kere içine girersen, sıcak bir soba gibi içinizi ısıtır.
Bir Ruh Hâli Olarak Ankaralılık
Ankaralı edebiyatçı, genellikle “başkentte yalnız” olandır.
İstanbul’un ışıklarına değil, Ulus’un taş merdivenlerine yaslanır.
Onun kelimeleri, sabahın erken saatlerinde, soğuk camlara kondurulan nefes kadar kırılgandır.
Yine de o kırılganlığın içinde bir direnç vardır; çünkü Ankara’nın yazarı bilir ki, bu şehirde hiçbir kelime kolay yazılmaz.
Son Söz
Ankara, hâlâ bir edebiyat şehridir.
Yalnızlığıyla, devletin gölgesiyle, memuriyetiyle, ama en çok da vicdanıyla yazılır.
Bir gün Kızılay’da bir kafede bir defter açarsanız, bilin ki o defterin sayfalarına rüzgârla birlikte bir kelime düşmüştür:
“Buradayım.”