Taşralı Bir Özgürlük Deneyimi

Gizlenenin Peşinde

Bir devlet yıkılırken başka bir hayat kurulur mu?
Bürokrasi çözülürken halk kendi yönetimini var edebilir mi?

  1. yüzyılın sonlarına doğru Ankara'da yaşananlar, bu sorulara Anadolu topraklarından verilmiş ilk sistemli cevaplardandır.
    Bugün unutturulmuş, çoğu zaman da yüzeysel geçilmiş bir kavram:
    Ahi Cumhuriyeti.

Ankara’nın tarihindeki bu dönem, yalnızca bir “esnaf loncası” hikâyesi değildir. Ahi Cumhuriyeti, tam anlamıyla bir taşralı özgürlük deneyimidir. Merkezi otoritenin sarsıldığı bir çağda, halkın ahlaka, dayanışmaya ve üretime yaslanarak kurduğu yerel bir yönetişim modelidir.

Selçuklu'nun Dağıldığı, Ahiliğin Toplandığı An

1243 Kösedağ yenilgisi sonrası, Anadolu Selçuklu Devleti resmen değilse bile fiilen dağılmıştı.
Moğolların baskısı ve iç isyanlar yüzünden devlet otoritesi taşralarda görünmez hâle gelmişti.
İşte tam bu ortamda, halkın içinde zaten var olan Ahilik, yalnızca ekonomik değil, siyasal ve toplumsal bir dayanak noktasına dönüştü.

Ve Ankara, Ahiliğin yalnızca bir örgüt değil, bir yönetim biçimi hâline geldiği yer oldu.

Ankara’da Kurulan Cumhuriyet: Adıyla Olmasa da Ruhu ile

Bugünkü anlamda bir "cumhuriyet"ten söz etmiyoruz elbette.
Ama yöneticilerin seçimle iş başına geldiği, meclis benzeri yapılarda kararların ortaklaşa alındığı, halkın doğrudan denetim hakkına sahip olduğu bir sistemin izleri, Ahi Cumhuriyetidediğimiz o yapı içinde açıkça görünür.

  • Yönetim, Ahi şeyhi, lonca başları ve kadıların birlikte oluşturduğu bir kurulda şekilleniyordu.
  • Ticaret, üretim, fiyatlandırma, eğitim gibi tüm kamusal faaliyetler Ahi kural ve ilkeleriyle düzenleniyordu.
  • Şehirdeki asayiş, dış tehditler karşısında alınan kararlar dahi halk içinden çıkan güvenlik birlikleriyle sağlanıyordu.

Yani Ankara, yaklaşık 70 yıl boyunca merkezi otoriteyle doğrudan bağlantısı olmayan, kendi kendini yöneten, üretime ve ahlaka dayalı bir şehir devletiydi.

Taşralı Ama Merkez Kadar Derin

Ankara, o dönemde Anadolu'nun önemli ama ikinci planda kalan şehirlerinden biriydi.
Ne Sivas gibi Selçuklu merkezlerinden biriydi, ne Konya kadar dinî önem taşıyordu.
Ama işte tam da bu nedenle, Ankara merkezin çatlaklarından sızan özgürlükçü fikirlerin yeşerebildiği bir yer olabildi.

Bu özgürlük, silaha değil;
örgütlü dayanışmaya, üretim etiğine ve kolektif karar alma kültürüne dayanıyordu.

Ahiler, devleti kurmak için değil; hayatı düzenlemek için yola çıkmışlardı.
Ve belki bu yüzden başarıya ulaştılar. Çünkü zorla değil, rızayla yönettiler.

Halkçılık ve Ahlak Temelli Bir Toplumsal Sözleşme

Ahi Cumhuriyeti, klasik anlamda bir halk isyanı ya da devrimci hareket değildi.
Ama halkın, sessizce ve sabırla kendi kurumlarını inşa ettiği bir süreçti.

Ahiliğin temel ilkeleri — doğruluk, ölçü, emek, tevazu, dayanışma — şehir yönetiminde bizzat uygulanıyordu.
Bugün bile "Ahi Evran etiği" olarak bilinen sistemin, yalnızca loncada değil, şehir yönetiminde de geçerli olduğunu gösteren en net örnek Ankara’dır.

Ve bu modelin arkasında ne para, ne hanedandan gelen bir güç vardı.
Sadece halk vardı. Halkın kolektif terbiyesi vardı.

Unutturulan Bir Deneyim: Neden Bugün Hatırlanmıyor?

Ankara’daki bu halkçı deneyim, 1354’te Osmanlı’nın Ankara’yı almasıyla sona erdi.
Ama bitirilen bir sistem değildi; Osmanlı Ahiliği içselleştirdi, loncaları ve Ahi terbiyesini kendi sistemine entegre etti.

Fakat tarih yazımı çoğu zaman hanedan merkezlidir.
Ahiler tarih kitaplarında devletin "kenarında" bırakılmışlardır.

Oysa onlar, taşranın göbeğinde sessizce bir cumhuriyet kurmuşlardı.

Bugün Ne Kaldı?

Arslanhane Camii, Ahi Elvan Camii, Kale içindeki bazı eski lonca yapıları ve elbette Atpazarı Meydanı…
Taşlar hâlâ konuşuyor.
Ve dikkatle dinlendiğinde, “Biz halkız. Ve bir zamanlar kendimizi yönettik.” diyorlar.

SON SÖZ

Bugün Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında bir şehir olarak Ankara, geçmişine dönüp baktığında yalnızca Atatürk’ü ve meclisi değil;
13. yüzyılda halkın kendine biçtiği cumhuriyet modelini de hatırlamalı.

Çünkü gerçek halkçılık bazen bir saraydan değil,
bir dükkândan, bir arasta içinden, bir minberin kenarından başlar.

Gizlenenin Peşinde kalmaya devam edeceğiz.