ZEHİRLE DANS: SARAYLARDA SELADON TABAĞIN GİZEMİ

Bir tabak düşünün, yemeğin tadına değil—öldürüp öldürmeyeceğine bakıyor. Rengiyle konuşuyor, çatlağıyla uyarıyor. Çin’den Osmanlı sarayına uzanan bu serin yeşil seramiğin kaderi, zehirli sofraların sessiz bekçiliği...

Abone Ol

Evet, işte yine “gizlenin peşinde” bir yazıyla karşınızdayım. Bu kez izi sürülecek şey ne bir mezar taşı, ne de arşivde unutulmuş bir belge… Bu kez karşımızda bir tabak var. Ama öyle sıradan bir tabak değil: Zehirle dans eden bir tabak.

Saray sofralarında, altın kaşık kadar değerli bir başka nesne vardı: seladon tabak. Çin’in puslu dağ köylerinde doğan bu seramik, İstanbul’a vardığında artık yalnızca bir estetik objesi değil, bir hayat sigortasıydı.

Çin’in Serin Sırlı Hediyesi

  1. yüzyıl Çin'inde, Song Hanedanlığı'nın incelikli estetik anlayışında doğan seladon, sır altındaki yeşilimsilikle değil, taşıdığı anlamla hüküm sürdü. Çinli saray erbabının gözünde bu tabaklar yalnızca güzellik değil, aynı zamanda güvenlik aracıydı. Çünkü rivayet oydu ki, seladon tabak zehirli yemekle temas ettiğinde çatlar veya rengini değiştirirdi.

Yalnızca Çin’de değil… Bu söylenti, ipek yollarını ve baharat güzergâhlarını aşıp İran’a, oradan da Osmanlı saray mutfağına ulaştı. Safevî sarayında, ardından Topkapı’nın haremlik sofralarında, Çin işi seladon tabaklar bir tür “hayat sigortası” sayıldı.

Gerçeklik mi, Endişenin Sembolü mü?

Bilimsel yaklaşıma kulak verecek olursak: Hayır, seladon sırları zehri tanımaz. En azından bizim bildiğimiz şekilde… Ancak bazı zehir türlerinin, özellikle ağır metallerin porselen sırlarda tepkimelere neden olabileceği, çok sınırlı şartlarda renk değişimine ya da mikro çatlamalara yol açabileceği bilinmektedir. Yani belki de bu inanç, bir kimya mucizesine değil, bir gözlem tekrarına dayalıydı.

Fakat daha önemlisi şu: Bu tabaklara güvenilmesi gerekiyordu. Çünkü güvenmek, korkunun yerini alabilecek tek silahtı.

Osmanlı’nın Sofra Psikolojisi

Topkapı Sarayı envanterlerinde yüzlerce Çin seladon tabağı kayıtlıdır. Ve bunların çoğu, padişahın veya sadrazamın sofrasına özgüdür. Bu tesadüf değildir. Osmanlı saray mutfağı yalnızca ziyafet değil, aynı zamanda bir savaş alanıydı. Zehirle işlenen siyasî suikastların söylentisi, mutfağın buharlı havasına sinmiştir. Böyle bir ortamda seladon tabağın çatlaması, bir aşçının kelle vermesiyle sonuçlanabilir.

Seladon, Osmanlı mutfağında yalnızca bir ithal çini değil, bir taktik aygıt, hatta bir manevî muska gibiydi. Her yemeğe başlarken tabağa göz atmak, bir tür dua gibiydi.

Bir Tabağın Hafızası

Bugün müzelerde, koleksiyonlarda gördüğümüz seladon kaplar, çatlağını anlatmaz. Ama sessizliğiyle fısıldar: “Ben sadece yemek taşımadım, korkuyu da taşıdım.”

Bu tabaklara yüklenen anlam, yalnızca fiziksel değil, kültürel bir tepkidir. Zehirle mücadele için kılıç değil, tabak seçilmişti. Çünkü bazen sessiz nesneler, en derin paranoyaları taşır.