Not: Bu yazı, “Gizlenenin Peşinde” dizimizin ikinci halkasıdır. Birinci yazımızda Çin menşeli seladon tabakların Osmanlı saraylarındaki ‘zehir algılayan’ işlevini işlemiştik. Bu kez yönümüzü Avrupa saraylarına çeviriyoruz.
Evet, yine gizlenin peşinde bir yazıyla karşınızdayım. Bu kez yolumuz, Batı saraylarının karanlık sofralarına düşüyor. Avrupa’da da, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi, zehir hem fiziksel hem psikolojik bir silah olarak iktidar mücadelelerinde rol oynuyordu. Ancak bu coğrafyada zehre karşı geliştirilen çözümler farklıydı: zehir taşı (bezoar), tek boynuzlu boynuzları ve panzehir kaşıklar.
Sarayların Gizli Taşı: Bezoar
Orta Çağ Avrupa’sında "zehir taşı" olarak bilinen bezoar, aslında hayvanların (özellikle keçilerin ya da antilopların) mide ya da bağırsaklarında biriken taşlaşmış kütlelerdi. Ancak bu sıradan biyolojik oluşumlara öyle bir kutsiyet yüklenmişti ki, neredeyse her kralın masasının bir köşesinde bir bezor taşı bulunurdu.
İnanç neydi? Eğer bir içeceğe zehir katılmışsa, bezor taşı içine daldırıldığında zehri emer ya da etkisiz hale getirirdi.
Bazı metinlerde, kralın içkisi önce bir kadehe dökülür, bezor taşı içine atılır, birkaç dakika beklenir ve içkide bir değişiklik olmazsa krala sunulurdu. Bu bir tür saray içi “panzehir protokolüydü.”
Tek Boynuzlunun Boynuzu: Gerçek mi Mit mi?
Orta Çağ Avrupası'nda bezordan daha değerli başka bir panzehir objesi vardı: tek boynuzlu at (unicorn) boynuzu. Tabii gerçekte bu "boynuz" çoğunlukla Kuzey'den gelen narval (bir tür deniz memelisi) dişiydi. Fakat o dönemin inanışında, gerçek bir unicorn boynuzuna sahipseniz, bu sadece zehirlere değil, her türlü büyüye, lanete ve hastalığa karşı koruyucu bir kalkandı.
Bu boynuzlar kesilip şamdanlara, kupalara ya da kaşık saplarına monte edilir, hükümdarların içecekleri bunlarla karıştırılırdı.
Fransa Kralı IV. Henri'nin kupalarının dip kısmına unicorn boynuzları yerleştirildiği, Avusturya Habsburgları'nın saray envanterlerinde ise bu boynuzlara sahip kupa ve tabaklar kayıt altına alındığı bilinmektedir.
Gümüş Kaşıklar: Servet mi Güvence mi?
Avrupa’daki birçok sarayda, özellikle Tudor İngilteresi ve Fransa sarayında, asilzadelere gümüşten kaşıklarla yemek verilirdi. Elbette sadece estetik değil, pratik bir nedeni de vardı: Gümüş iyonları, özellikle arsenik gibi bazı zehirlerle tepkimeye girerek renk değişimine sebep olabilir veya tatta metalik bir acılık bırakırdı.
Bu nedenle “gümüş kaşıkla doğmak” deyimi yalnızca zenginliği değil, aynı zamanda çocukluktan itibaren “zehire karşı korunmuşluk” anlamını da taşırdı.
Bazı kaşıkların saplarında küçük taş yuvaları bulunur; buralara bezor veya mercan yerleştirilirdi. Hatta bu kaşıklar gezici panzehir objeleri gibi paltoların iç ceplerinde taşınırdı.
Şüphe Zehirden Daha Kalıcıdır
Bugün Avrupa müzelerinde sergilenen bu taşlar, kaşıklar ve bardaklar artık kimseyi zehirden korumuyor. Ama bizi dönemin zihniyetine götürüyor. Zehir, yalnızca bir madde değil, bir ihtimaldi. O ihtimale karşı geliştirilen her araç — ister Çin'den gelen seladon olsun, ister Alp keçisinin midesinden çıkarılmış bir taş — iktidarın korunma refleksini simgeler.
Tarihteki panzehir objeler, bir anlamda güvensizliğin biçimlenmiş halleridir. Kaşıklar düşmana karşı kalkan olur, taşlar zehrin üzerine atılır, boynuzlar kutsallaştırılır.
Devamında neler gelecek?
Yazı dizimizin bir sonraki halkasında, "Zehirle Dans 3: Şifalı Camlar ve Ölüm Testileri" başlığıyla, özellikle Rönesans Avrupa’sında kullanılan cam kapların ve büyü karşıtı seramiklerin izini süreceğiz.
Zehirle dans hâlâ bitmedi. Sadece sahne değişti.