YARIDA BIRAKILAN CUMHURİYET DÜŞÜ

Abone Ol

Bir ülkenin aydınlık yürüyüşü bazen bir sabah köy okulunda başlar. 1940’ın o baharında, Cumhuriyet, kendi toprağının çocuklarıyla kendi kaderini yeniden yazmaya karar vermişti. Adına Köy Enstitüleri dediler. Fakat ben o enstitüleri, sadece bir eğitim modeli değil, bir aydınlanma deneyi olarak görürüm.
Yıllar önce bu konuda yaptığım birkaç televizyon programında – Kızılcagün TV’de yayınlanan o bölümlerde – tanıklıkların, belgelerin, fotoğrafların arasında dolaşırken fark ettim ki, bu hikâye aslında Cumhuriyet’in en büyük kırılma noktalarından biridir. Çünkü orada biten yalnızca bir okul sistemi değildi; orada yarıda bırakılan bir düş vardı.

Köy Enstitüleri’nin özünde bir cümle gizlidir: “İş içinde, iş için, işle eğitim.”
Kitapla kazmayı, bilgiyle emeği aynı masaya oturtan bir anlayış. Hasan Âli Yücel’in siyasal himayesiyle, İsmail Hakkı Tonguç’un örgütçü aklıyla doğan bu model, köylüyü kaderin değil bilginin öznesi yapacaktı. Her öğrencinin hem üretici hem öğretici olduğu, bir okuldan çok bir yaşam alanıydı. Kimi öğrenciler kendi okullarını kendileri inşa etti; kimi tohum ekti, kimi sahneye çıktı. Cumhuriyet’in köylüye uzattığı elin adıydı o.

Ama dünya başka bir yöne dönüyordu.
Savaş sonrası rüzgârlar, Truman Doktrini ve Marshall yardımlarıyla birlikte, Türkiye’ye Soğuk Savaş’ın soğuk nefesini getirdi. “Komünizmle mücadele” adı altında başlatılan ideolojik temizlik, Köy Enstitülerini de hedef aldı. Ellerinde çapa, ceplerinde kitap taşıyan gençler bir anda “şüpheli” ilan edildi. Tarlada okunan kitaplar “tehlikeli fikirler” sayıldı.

Birçok araştırmacı, ABD’nin o dönemde Türkiye üzerindeki kültürel ve eğitimsel nüfuzunu vurgular. Fulbright anlaşmasıyla başlayan o eğitim politikası değişimi, bir bakıma enstitülerin karşısına “yeni” bir eğitim modeli koydu. Kimilerine göre açık bir baskı yoktu ama dolaylı bir yönlendirme, bir “büyük kardeş gölgesi” her satıra sinmişti. 1954’te çıkarılan yasayla enstitüler “İlköğretmen Okulları” içine alındığında, bir dönemin perdesi kapandı.

Benim içim hâlâ o perdenin arkasında kalan ışığa takılır.
Köy Enstitüleri yaşasaydı, Anadolu’nun haritası bugünkünden çok farklı olurdu. Çünkü orada yetişen çocuk, yalnız öğretmen değil, aynı zamanda köyün doktoru, ziraatçısı, tiyatrocusu, marangozu, mühendisiydi. Ülke, köyden kente akan bir göçle değil, köyde başlayan bir uygarlıkla büyüyecekti.

Kızılcagün TV’de yaptığım çekimlerde, o okullarda okuyan yaşlı öğretmenlerin gözlerinde hâlâ o ışığı gördüm.
Bir tanesi şöyle demişti:

“Biz sabah tarlayı sürerdik, öğlen ders anlatırdık, akşam tiyatro oynardık. Hiçbir şeyi ezberlemedik, hepsini yaşadık.”

O cümlede bir ülkenin kaybettiği ruh var.

Bugün hâlâ o ruhu arıyoruz. Kırsal kalkınma projeleri, tarım politikaları, köy okullarının yeniden açılması tartışılıyor ama hiçbirinde o büyük bütünlük yok. Köy Enstitüleri, sadece bilgi öğretmiyordu; insanın kendi toprağıyla, kendi emeğiyle yeniden doğmasını öğretiyordu.
Şimdi o toprağın üstünde beton, o emeğin yerinde çaresizlik, o bilginin yerinde test kitapları var.

Eğer bir gün yeniden o düşü kuracak cesaretimiz olursa, o zaman köyden yeniden Cumhuriyet doğabilir.
Belki yeni adlar buluruz, belki modern formlar… ama öz aynı kalmalı: üretirken öğrenmek, öğrenirken üretmek. Çünkü bu ülkenin geleceği, hâlâ köyde bir kara tahta, bir ağaç gölgesi, bir çocuğun merakıyla yazılabilir.
Ve ben inanıyorum: O defter bir gün yeniden açılacak.