Taksim Meydanı’nda bir anıt durur. Her gün binlerce insanın önünden geçtiği, bazen bir buluşma noktası, bazen bir protestonun başlangıcı olan o bronz ve taş yığın...
Ama benim için Taksim yalnızca bir meydan değildir. 1977 1 Mayıs’ında orada yaşanan travmayı, o korkunç anları, insanların panikle kaçışını, üstümüze yağan kurşunları hâlâ hatırlıyorum. O duvarlara her baktığımda iki şeyi anımsarım:
Birincisi, o gün provokatörlerin ateş açtığı yerin tam orası olduğudur.
İkincisi ise daha az bilinen, ama Taksim’in adının anlamında saklı bir gerçektir: Burası bir zamanlar suyun “taksim edildiği”, yani İstanbul’un suyunun dağıtıldığı merkezdi.
Bu yüzden adı Taksim’dir. Yani bir yanda suyun, yaşamın dağıtıldığı yer; diğer yanda canların yitirildiği yer. İşte bu ikilik bile, Taksim’in kaderine yazılmış gibidir.
O yüzden o anıt, benim için yalnızca bir sanat eseri değil; taşın içinde bir hafızadır.
Cumhuriyet’in taşlaşmış belleği, bir halkın yeniden doğuşuna tanıklık eden sessiz bir kalptir.
İKİ YÜZLÜ BİR HİKÂYE
Cumhuriyet Anıtı, İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica tarafından yapıldı, 1928’de açıldı. Ama o yalnızca bir sanat eseri değil; iki ayrı çağın, iki ayrı ruhun yüzüdür.
Bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nı anlatır: Üniformalar, kılıçlar, komutanlar, kararlı bakışlar...
Diğer yüzü ise Cumhuriyet’i: Sivil giysiler, diplomasi, barışın ve devrimin yüzü.
Canonica, bu iki yüzü aynı taşın içine yerleştirerek Türkiye’nin kaderini iki kelimede özetlemiştir: Mücadele ve kuruluş.
MERKEZDE BİR LİDER: ATATÜRK
Her iki yüzde de merkezde Mustafa Kemal Atatürk vardır.
Kurtuluş yüzünde sert bakışlarıyla bir komutan; Cumhuriyet yüzünde zarif bir devlet adamı.
Birinde kılıcı tutar, diğerinde medeniyetin yolunu gösterir.
Bu iki figür aslında bir dönüşümün hikâyesidir: Askerî zaferin liderinden, sivil devrimin mimarına…
Yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak vardır. Biri stratejinin, diğeri disiplinin sembolü.
Arkalarında ise yüzleri belirsiz ama yürekleri açık halk figürleri: askerler, köylüler, kadınlar, çocuklar…
Onlar da Cumhuriyet’in görünmez ortaklarıdır.
GÖZDEN KAÇAN İKİ YABANCI
Cumhuriyet yüzünde, dikkatli gözlerin fark edeceği iki figür daha vardır: Kliment Voroshilov ve Mikhail Frunze.
Bu iki Sovyet subayı, Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’ye silah ve mühimmat yardımı gönderen, Moskova’nın desteğini simgeleyen kişilerdir.
Atatürk’ün arkasında ama çok da uzakta durmazlar; bu, bir diplomasi mesajıdır:
Yeni Cumhuriyet yüzünü Batı’ya dönmüştür ama doğuya da sırtını dönmemiştir.
Taşın diliyle söylenmiş bir teşekkürdür bu.
VEDAT TEK’İN DOKUNUŞU
Anıtın çevresini saran mimari tasarım, Vedat Tek’in elinden çıkmadır.
O dönemin Türk mimarlığındaki “millî üslup” arayışının zarif bir örneği.
Canonica’nın heykelleriyle Vedat Tek’in taş mimarisi birbirine karışarak bir bütün oluşturur.
Bu birlik, aslında sanatla devletin, estetikle ideolojinin el sıkıştığı yerdir.
SÖZÜ OLMAYAN BİR ANIT
Taksim Anıtı’nda bir yazı yoktur.
Ne “Zafer”, ne “Cumhuriyet”, ne “Atatürk” yazar.
Çünkü o, söze ihtiyaç duymayacak kadar güçlü bir görsel hikâye anlatır.
Bir milleti anlatmak için kelimelere değil, yüzlere ve duruşlara ihtiyaç duymuştur.
Her yüzüyle zamanın iki perdesini açar: Biri savaşın karanlık perdesi, diğeri aydınlık bir sabah gibi yükselen Cumhuriyet’in perdesi.
ZAMANIN GÖLGESİNDE
Bugün Taksim Anıtı’nı çevreleyen gürültü, bazen bu sessiz heykellerin anlattığını bastırır.
Ama dikkatle bakan biri, bronzun içinden bir fısıltı duyar:
“Biz bir taş yığını değiliz; biz bir halkın yeniden doğuşuyuz.”
Canonica’nın ellerinden çıkan o yüzler, hâlâ geçmişe değil, geleceğe bakar.
Son söz:
Taksim Anıtı, bir ulusun kendine aynadan bakışıdır.
Taşta donmuş bir tarih değil, sürekli yaşayan bir hatıradır.
Bir yüzü bize zaferi, diğeri bize sorumluluğu hatırlatır.
Ve her bakışta, sessizce şunu söyler:
“Cumhuriyet, yalnızca kurulan bir rejim değil; her gün yeniden kurulan bir vicdandır.”