Safranbolu, TKB’nin kurulduğu yıllarda zaten UNESCO listesine girmişti ama birlik sayesinde bir “örnek şehir” haline geldi. Osmanlı evleri, sokak dokusu ve koruma bilinci, Türkiye’de ilk kez bütünlüklü bir model oluşturdu. Bursa’da hanlar bölgesi restore edildi, kentin tarihsel aksı yeniden canlandırıldı ve bu, şehri UNESCO Dünya Mirası listesine taşıdı. Mardin’de taş konakların cepheleri onarıldı, Mor Gabriel’den Zinciriye Medresesi’ne kadar uzanan restorasyonlarla kentin “taş hafızası” parlatıldı. Erzurum’da Çifte Minareli Medrese ve çevresindeki düzenlemeler, Selçuklu’nun izlerini bugüne taşıdı. Kastamonu’da hanlar, konaklar, meydanlar birlik desteğiyle ayağa kaldırıldı; Liva Paşa Konağı’nın müze yapılması kalıcı bir kazanım oldu.
Ama aynı zamanda başka bir tabloyla da karşı karşıyayız. Ankara’da Hamamönü restorasyonu “koruma mı, yoksa sahne dekoru mu?” tartışmasına yol açtı. Halk göç ettirildi, yaşayan doku turistik bir vitrine dönüştü. Kayseri sur içi, “restorasyon” adı altında yeniden inşa edildi; tarihi taşların yerini beton taklitler aldı. İznik’te modern yapı baskısı, UNESCO adaylığını gölgeledi. Mardin’de bazı uygulamalar, taş evlerin otellere dönüştürülmesiyle birlikte “lüks turizm” odaklı bir dönüşüm yarattı. Erzurum’da büyük eserler restore edilirken, sıradan halk evleri ve mahalle dokusu ihmal edildi. Kastamonu’da kimi konaklar öylesine plastik bir görünüme büründü ki, halk arasında “silikonlu konak” diye anılır oldu.
Bütün bu tablo bize şunu söylüyor: Tarihi Kentler Birliği’nin güçlü yanları var, ama zayıflıkları da göz ardı edilemeyecek kadar belirgin. Güçlü yanları, belediyeleri aynı masada buluşturması, koruma bilincini yayması, fonlar ve ödüllerle projelere destek vermesi. Zayıf yanları ise siyasetin gölgesinde kalması, vitrin projelerine sıkışması, halktan kopması ve kimi yerde korumayı rantın aracına dönüştürmesi.
Peki bundan sonra ne yapmalı? Tarihi Kentler Birliği nasıl bir yol izlemeli ki, adı yalnızca tabelalarda kalmasın, belleği gerçekten yaşatsın?
Her şeyden önce,
– Halkı içine almalı. Bir mahalleyi restore ederken orada yaşayan insanların hikâyesini yok sayamazsınız. O sokakta büyüyen bir çocuğun belleği, taş kadar değerlidir.
– Vitrinle yetinmemeli, bütüncül koruma anlayışını benimsemeli. Büyük eserleri parlatıp sıradan evleri çürümeye bırakmak, kenti bir dekor haline getirir.
– Turizm odaklı bakışı aşmalı. Koruma yalnızca turist çekmek için yapılmaz; yaşayan belleği geleceğe aktarmak için yapılır.
– Nitelikli restorasyona yönelmeli. Sahte yenilemeler değil, aslına uygun ve uzun ömürlü çalışmalar esas olmalıdır.
Tarihi Kentler Birliği, bu dört adımı hayata geçirebilirse, gerçekten bir “vicdan” olur. Aksi halde vitrin süsü olmaktan öteye geçemez.
Çünkü şehirler yalnızca taşla değil, o taşın gölgesinde büyüyen hayatla yaşar. Ve o hayat, koruma iradesiyle geleceğe taşınır.