OSMANLI’DA KİM NE KADAR MAKULDÜ, KİM NE KADAR MAKTULDÜ?

Osmanlı’yı sadece bir imparatorluk olarak görmek kolaycılık olur. O aslında üç kıtaya yayılmış, onlarca halkı tek potada eritmeye çalışan büyük bir "hiyerarşi mühendisliği" projesidir. Ve bu projenin içinde bazılarına sıfatlar verilmiştir. Kimi övülmüş, kimi görmezden gelinmiş, kimi ise alenen aşağılanmıştır.

Abone Ol

İşte bu yazıda, o sıfatlara bakacağız. Ama sadece ne anlama geldiklerine değil, arkasındaki asıl meseleye:
Kimin sesi makbuldü, kimin bedeni maktuldü?

Etrak-ı Bi-İdrak – "İdraksiz Türkler"

Osmanlı’nın gövdesi Türk’tü ama aklı çoğu zaman Türklere ait değildi.
Sarayda konuşulan dil Farsçaydı. Bürokraside Arapça geçer akçeydi.
Ve bu yapı içinde Anadolu’nun köylü Türklerine layık görülen tanım çoğu zaman "Etrak-ı bi-idrak", yani "anlayışsız Türkler" idi.

Bu ifade sadece bir küçümseme değil, aynı zamanda merkezin çevreye nasıl baktığını gösteren bir işaretti.
Saraylılar için göçebe Türkmenler kaba saba, şehir görmemiş, medeniyetle temassız insanlardı.
Devlet kadrolarında yer bulmaları zordu. Konuşmaları bile hor görülürdü.

Ve bu aşağılamanın gölgesi, Türklerin kendi imparatorluklarında bile kendilerini yabancı hissetmelerine yol açtı.
Bu ironi, Cumhuriyet döneminde bile kolay kolay silinmeyecek bir yara açtı:
Kendi devletinde hor görülen halk olmak.

Millet-i Sadıka – "Sadık Millet" Ermeniler

Ermeniler yüzyıllar boyunca Osmanlı'nın gözdelerindendi.
Zanaatkâr oldular, banker oldular, saray mutfağından darphanelere kadar pek çok alanda yer aldılar.
Ve bu nedenle kendilerine "millet-i sadıka", yani "sadık millet" denildi.

Ancak bu sadakat tanımı, tek taraflı bir güven ilişkisine dayanıyordu.
19. yüzyılda dengeler değişince, özellikle Rusların ve Avrupalıların desteğiyle başlayan Ermeni isyanları sonrası,
bu sıfat da değişti.

Artık "sadık millet" değil, "şüpheli unsur", hatta "hain millet" deniliyordu.
Ve işte bu değişim, yalnızca bir sıfat kaybı değil, bir halkın yaşama hakkının da sorgulanması demekti.

Kavm-i Necip – "Asil Kavim" Araplar

Araplar için kullanılan "Kavm-i Necip", yani "asil kavim" tanımı, daha çok dinî meşruiyete dayalı bir yüceltiydi.
Peygamber Arap’tı, Kur’an Arapçaydı, bu yüzden Araplara ayrı bir saygı gösterilirdi.

Ancak bu “asalet” siyasal pratikte her zaman işlemedi.
Özellikle Arap yarımadasındaki aşiretlerin Osmanlı otoritesine başkaldırması,
ve 1916’daki Hicaz İsyanı, bu sıfatın da içini boşalttı.

Sıfat yerinde kaldı ama gönüller kırıldı.

Peki Kim Makbuldü, Kim Maktuldü?

Bu sorunun cevabı sabit değildi. Zamanla, coğrafyayla, siyasetle değişti.
Ama değişmeyen bir şey vardı: Sıfatlar, insanların kaderini belirliyordu.
Kimi zaman bir halkı devletin en tepesine taşıyor, kimi zaman bir mezar kuyusunun dibine itiyordu.

Son Söz

Osmanlı, bir arada yaşamanın hem en büyük vaadi hem en büyük hayal kırıklığıdır.
"Sadık" olmak kurtarmaz, "asil" olmak yetmez, "kendi toprağında olmak" hiçbir şey garanti etmez.
Çünkü bu topraklarda isimler değil, sıfatlar hüküm sürmüştür.

Bugün hâlâ o sıfatların mirasıyla yaşıyoruz.
Birbirimizi ya makul buluyoruz… ya da maktul sayıyoruz.