“Neden Olmadı? Neden Olmuyor?"

Sayın Murat Karayalçın. Ankara Eski Büyükşehir Belediye Başkanımız, Başbakan Yardımcımız, Dışişleri Bakanımız ama bugün depremin artçıları altında deprem konuşacağız.

Murat Bey, herkese iyi bildiğini düşündüğüm, yanlış saymıyorsam eğer, yaklaşık 300.000 konutluk Anadolu'da Batıkent’le başlayan yeni kentlerin üretim sürecine önderlik etti. Anadolu'nun yanılmıyorsam, yine 40 küsür merkezinde de, yeni kentler kurulması sürecini yönetti. Deprem ilişkisini, açıkçası şöyle değerlendiriyorum; deprem sonrası, evet şimdi, bu kentler yeniden iha edilecek, belki yeni kentler kurulacak, bu konunun konuşulabileceği en kıymetli önder olduğunu düşünüyorum. Konuşmayı da, bu çerçevede değerlendirmek istiyorum. 

-Ee, şöyle başlayayım. Herkesi çok yaktı, incitti, üzdü, hırpaladı, deprem süreci, sizi bütün bu saydığım kimlikleriniz içinde, deprem nasıl etkiledi hocam, nasıl, nasıl bir algı yarattı sizde?

-Aslında bu saydıklarınızda çok bağlantılı olarak, düşünmediği mi itiraf ederek söyleyeyim, önce bir yurttaş olarak, insan olarak ve yurttaş olarak çok etkilendim, çok üzüldüm, ben, ailem, hepimiz, çevrem, arkadaşlarım, gerçekten çok büyük üzüntü yaşadık. Görüyorum ki, özellikle sergilenen yüksek dayanışmayı gözleyerek, görüyorum ki yurttaşlarımızda, çok büyük bir üzüntü yaşamışlar. Belki de herkes; “ya bir şeyleri eksik yaptık, bir şeylerde suçluyuz, belki burada benim de suçum var”, düşüncesiyle, bu yüksek dayanışmayı sergiledi. Belki, başka nedenle ama bu depremin beni tek mutlu eden olayı da bu, yani milletimizin göstermiş olduğu yüksek dayanışma. Çok etkileyici halkımız yüceldi, ulusumuz yüceldi ama aynı şeyi devletimiz için söylemek olanaklı değil. Beni bir tarihlerde devlet yöneticiliği yapmış, birisi kimliğimle, bu süreç çok etkiledi. Yani bu kentlerin kuruluşunda, kent yönetiminde, kent inşasında görev almış, bir kişi, bir yurttaş, bir siyasetçi olarak değil de, bir tarihte devlette görev yapmış, bir kamu yöneticisi ya da siyasetçi olarak daha çok etkilendim. Oradan, uzunca bir süredir zaten, düşünmekte olduğum, uzunca bir süredir sorular sorarak geçmekte olduğum, bir konuyu, bu kez, depremle bağlantılı olarak değerlendirme, düşünme noktasına geldim. Biz niye böyle yapıyoruz? diye kendi kendime, özetle bütün soruları bir yana bırakarak, bir soru sordum. Hani 99'da biz bunu yaşadık. 99'da çok kötü olaylar yaşadık, çok kötü bir sınav verdik ve ulusça 99'u, bu bir milattır diye adlandırdık. Bundan sonra başka olacak dedik. Artık bundan sonra farklı olacak dedik. Aradan 34 yıl geçti galiba, gördük ki farklı olan bir şey yok. 24 yıl pardon, 34 yıl, 24 yıl, yani bir çeyrek yüzyıl geçti. Körfez depreminden, Yalova depreminden, Gölcük depreminden ya da bu yana, çeyrek yüzyıl geçtiği halde, gördük ki bir arpa boyu bile yol almamışız.

-Ben biraz daha gerilediğimizi bile düşünüyorum. Yani en azından, bu, bu, bu sürecin mottosu olarak hep ısrarla söylüyorum; Gölcük'te kurtarma görevlileri aşağıya doğru bağırıyorlardı; ”Orada kimse var mı?” diye, burada ise aşağıdan insanlar “Orada kimse var mı?” diye bağırdı. Yani kamunun duyarlılığı açısından, refleksi açısından...

-Evet doğru, aslında doğru, yani ben bir yerde, Yalova depreminden 4 saat sonra, askeri birliklerin, olay mahaline geldiğini, işte Sahra çadırları kurduğunu, olaya müdahale etmeye başladığını okumuştum. Burada tahmin edebileceğiniz gibi Taner Bey, çok dostlarımız var, ortak dostlarımız var, benim siyasetten dostlarım var. Hemen hepsi ile konuşmaya çalıştım, hemen hepsinden aldığım bilgide; depremin ikinci günü akşamına kadar devletin orada olmadığı idi. Dolayısıyla belki bir adım daha geriye gitmiş olabiliriz. Beni asıl etkileyen, asıl üzen, hala üzerinde düşündüğüm şey şuydu; hükümet, galiba 2012, 2013'te, bir plan hazırlıyor, strateji ve deprem strateji planı ve bu plan üzerinde çok ciddi çalışmalar yapılıyor, ilgili tüm disiplinler, bu plan hazırlanmasına katılıyor. Bu plan daha sonra Bakanlar Kuruluna sunuluyor. Müzakere ediliyor, kabul ediliyor. Yani bu planın gereğini yerine getirmeyi, Bakanlar Kurulu kararlaştırmış oluyor, o arada Van depremi oluyor. Ardından, kentsel dönüşüm yasalarının sonuncusu çıkarılıyor, şu sıralarda asıl Kentsel Dönüşüm Yasası olarak kullanılan metin-

-6306 sayılı yasa.

-Evet. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden geçiliyor. Bu da 4. yasa, kentsel dönüşümle ilgili devletimizin çıkarttığı 4. yasa. Bu yasa çıkartılıyor. Bir süre sonra AFAD ile ilgili, işte düzenlemeler, bildiğimiz düzenlemeler, gündeme geliyor. O arada AFAD il müdürlüklerinin, iller için, o hazırlanan büyük strateji, planı uyarınca Afad il müdürlüklerinin, iller için hazırladığı planlar devreye giriyor...

Tatbikat yapılıyor, plan tatbikatı yapılıyor. Sayın iç işleri bakanı bizzat tatbikatı yönetiyor. Hatta fotoğrafı var işte, masanın altına girmiş, falan filan ama işte beni asıl üzen noktaya geliyorum, bunların hiçbiri uygulanmıyor. Sorun şu niye uygulamıyoruz? Yani, olayın farkında olmazsak, bu, bunu anlarım, bunun bilincine varamadık, farkına varamadık derim. Olayın farkına varıp, yasa hazırlamasak onu eleştirim, yani yasa hazırlamadık falan diye. İdari olarak, hukuki olarak, teknik olarak, yapılması gereken her şeyi öngörüyoruz ama yapmıyoruz. Burada bir sakatlık var, bir devlet böyle olamaz, bir kamusal örgütlenme böyle davranamaz. Niye yapmadığımızı düşünmemiz gerekiyor. Biraz önce bir süredir üzerinde düşündüm konuyu, bu olayla birlikte daha da açma fırsatını bulduğumu söylemiştim. Ona da değineyim. Bir süredir, böyle bana göre stratejik değeri olan, önemi olan, soruları bir özeleştiri anlamında, kendi kendime soruyorum. 1939-Erzincan.

-Yok, ondan öncesinde Ocak ayında. Türkiye'nin 4. Başbakanlığına getirilen Doktor Refik Saydam'ın ünlü bir açıklaması var, sizde bileceksiniz, söylediğimde izleyicilerimizde biliyoruz diyecekler eminim diyor ki; “Türkiye'nin 4. Başbakanı, cumhuriyetin kuruluşundan 16 yıl sonra, bu ülkede A'dan Z'ye kadar her şey bozuktur”. Bu, bu dehşet bir şey. Bu dehşet bir saptama. Bu kişi Türkiye'nin moda deyimiyle kurucu babalarından, Refik Saydam Atatürk ile işte Samsun'a çıkanlardan, çok ünlü bir doktor, çok başarılı bir hekim, çok başarılı bir Sağlık Bakanı, adını taşıyan Hıfzıssıhha Enstitüleriydi, aşılardı, vesaire, vesaire. 14 yıl Sağlık Bakanlığı yapmış, bir İçişleri Bakanlığı da var, Doktor Refik Saydam'ın, İnönü Cumhurbaşkanı, Doktor Refik Saydam Başbakan ve bunu söylüyor. Bu ülkede diyor, A'dan Z'ye kadar her şey bozuktur. Peki bunu söylediğinde ne yaptın? Böyle bir saptamanın, böyle, böyle bir çok temel, çok çarpıcı, çok üzücü, iddialı, bir saptamanın ardından harekete geçmek gerektiğini düşünüyor insan. Ben tespit edemedim, harekete geçildiğini tespit edemedim. Sonra bu soruları da, bu sorulara devam ediyorum. 1962 yılında İsmet İnönü, bu kez Başbakan, koalisyon hükümetinde, Türkiye'de devletin yeniden düzenlenmesini gerekli görüyorlar. Merkezi yönetim ölçeğinde bunu düşünüyorlar, yerel yönetimler yok, zaten yerel yönetimler devlette değil. Ayrı bir kamusal birim, merkezi idarenin, yeniden düzenlenmesi için, Ankara Üniversitesi'nin, galiba 33 uzman, on küsür idari personelin içinde yer aldığı, bir rapor hazırlıyorlar. 63 yılında bu rapor bitiyor ve hükümete sunuluyor. Hükümette bu raporu kabul ediyor. Bu raporun adı; Mehtap raporu. Bu çok ilginç bir rapordur. Ben daha sonra bu raporu hazırladığını söyleyen, bununla kıvanç duyan, bundan kendisi için bir itibar çıkaran, birkaç kişiyle de konuştuğumu hatırlıyorum. Biz işte zamanında-

-Mehtap bir şeylerin kısaltması mı?

-Merkezi idarenin. Me oradan. Merkezi İdare Teşkilatı falan filan, araştırma projesi, Mehtap kısaltılması o. Bu kabul ediliyor fakat benim bildiğim kadarıyla bunun gereği, o tarihte de yerine getirilmiyor. Daha sonra galiba, 70'te 12 Mart döneminde, Kaya raporu diye, onun kısaltılmışı nedir bilmiyorum, kabul ediliyor. Ben en son rahmetli Süleyman Demirel, ile ölümünden önce bir 10 yıl, çok yakın olmuştum, birlikte olmuştum, memnuniyetle hatırlıyorum, zevkle hatırlıyorum, sevgiyle hatırlıyorum o dönemi, en son Süleyman Demirel'in, yeni Rahmetli olan, eski bakanlardan Ekrem Ceyhun ile birlikte, bir çalışma yaptığını biliyorum. Devletin yeniden düzenlenmesi konusunda... Taner Bey, yani yaklaşık cumhuriyetin kuruluşundan, çok yakın tarihlere kadar, süre gelen bir gözlem var. Bu işler iyi gitmiyor, bunu düzeltmeliyiz deyip de, bunu değiştirmek isteyen, o anlamda süregelen, ama sonuçlanmamış, bir çalışma arzusu var diyeyim.

-Popülizmin kurbanı olmuş diyebiliriz.

-Popülizm mi? bilemiyorum çünkü bir şey adını verdiğim için ben, çok, çok çarpıcı isimler.

-Ama belli ki, müdahale sırasında, yapacakları şey kamuoyunu oyunu bir süre rahatsız edecek diye, önlem gerekiyor.

-Tabii önlem gerekiyor. Ne, niye rahatsız etsin onu da tam kestiremiyorum, bilemiyorum. Aslında bu da ortaya konmamış yani, farkındaysanız. Ben önerilenlerin içeriğine girmedim, önerilerin içeriğinin ne olduğunu bilmiyorum, önemlide değil benim düşündüğüm soru bağlamında, yani bir şeyler yapılması gerekli görülüyor, kararlaştırıyor ki ulan böyle yapalım bunu diyor ama yapılmamış. Sonra Taner bey, ardından toprak reformunu düşündüm. Atatürk, Toprak reformunu istemiş. Ben galiba ilk kez Doğan Avcıoğlu’nun, Türkiye’nin Düzeni kitabında okumuştum. Atatürk'ün istediğini. Yine İsmet İnönü'nün, ikinci cumhurbaşkanı olarak, Atatürk'ün başbakanı olarak Toprak reformunu yapılmasının gerekli gördüğüne ilişkin, konuşmalarını da okudum, bir yerlerde. Türkiye Toprak reformunu da yapamamış, daha çarpıcı olan, Rahmetli Bülent Ecevit'in köy kentlerle ilgili durumu, Bülent Ecevit 36 yıl arayla, 1973'ten başlıyor 2002'ye kadar devam ediyor, 36 yıl. 36 yıl arayla, 5 kez Başbakanlık yapıyor, bu ülkede. Rahmetli, köy kentler lafıyla geldi, köy kentler lafıyla gitti. Son hükümetinde de Köy kent dedi. Olmadı, bir şey yapmadı, yapılamadı, niye yapılamadı? Yani bu herhangi bir başbakan değil, bu Ecevit. Yani hakikaten tırnaklarıyla kazıya kazıya gelmiş birisi. Dolayısıyla bunun önüne, bürokrasi falan; “Efendim bürokrasi engel oldu” falan açıklamasını kabul etmiyorum ben. Olamaz, olamamalı daha doğrusu. Peki o niye yapamadı? En sonda, bugün içinde çok önem taşıdığını düşündüğüm, bir başka soruyu dile getirmek istiyorum. Bizim, ünlü, ulusal, GAP projemiz. Yani yaklaşık yarım yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi var bunun. Bunun iki ayağı var, bir elektrikikasyon, bir sulama, 32 milyar dolar yaklaşık projenin büyüklüğü. Elektriklikasyonu tamamlıyoruz. Sulama duruyor.

Sulamanın ancak yüzde otuzundayız. Bu proje hazırlandığı zaman da öyleydi, bugün de öyle. Eğer 2 milyon 100 bin hektarlık alanı sunarsak, 4 milyon kişiye istihdam yaratıyoruz. İşte şu kadar buğday, işte şu kadar bilmem ne, vesaire, tarımsal üretimi bilmem kaça katlayarak, bugün karşı karşıya olduğumuz önemli sorunlardan birisi olan, gıda enflasyonunu aşıyoruz. GAP bölgesinde yetiştireceğimiz, meyve ve sebzelerin günlük olarak, Avrupa hallerine gönderilmesi için, GAP’ın merkez üssü olarak görülen Urfa havalimanına, bir taşımacılık bölümü ekleniyor. İşte oradan Frankfurt'a, bilmem Londra'ya falan uçaklar kalkacak, gelecek onu da yapıyoruz. Fakat bunu yapamıyoruz, bunu bitiremiyoruz, bunu bitiremiyoruz, ne var da yapmıyoruz? Niye bitiremiyoruz, niye depremle ilgili bütün bu planları yapamıyoruz? Taner bey, tabii şimdi çok yoğun olarak, işin bir başka yönüyle deprem olayının bir başka yönüyle meşgulüz, kayıplarımız var, insanlar darmaduman vaziyette, Mersin belediye başkanı diyor ki, buraya 300 bin kişi geldi ve ben yapamam bunu falan-

-Sadece Mezit ilçesine 50.000 kişi gelmişti.

-E işte buyurun. Ben 1994'te, belediye seçimlerinde, biz çok sayıda yeri kaybettik, SHP olarak söylüyorum, kaybettiğimiz yerlerden bir tanesi de, Diyarbakır'da. Diyarbakır'a Refah Partili bir belediye başkanı geldi. Ahmet Bey, Ahmet Bilgindi galiba. Profesör, inşaat mühendisi, profesörü. O sırada, bu terör nedeniyle yaşanan çatışmalar üzerine, köylüler bulundukları yerleri kırsal alanında terk edip, kente, Diyarbakır'a, özellikle gelmeye başlamışlar, çok kısa bir sürede Diyarbakır'ın nüfusunda bilmem ne kadarlık. Böyle akıl almaz bir artış olmuştu. Ben Diyarbakır'ın içme suyu projesi ile ilgili bir projeye, çok büyük bir destek vermiştim. Bakanlar kurulunda ve başka platformlarda. İlgililerde bana sormuşlardı; ”Ya sen hayırdır, bu Refah Partili, sen ne oluyor?” falan yahu dedim, ben eski Belediye Başkanıyım. Depremden beter, depremden beter diye nitelemiştim. Şimdi o tür olaylar yaşıyoruz işte, ama bir yandan da, konuyu bu yönüyle görmemiz gerekiyor ki, artık bunu da, bunu milat falan demeye de cesaret edemiyorum, yani o sözcüğü de kullanmak istemiyorum. Bunu bir daha yaşamamalıyız.

-Anlamadım ama tam bu noktada sanki hocam bu sorunuzun yanıtını da, Ee, hem bulmuş hem de önermelerinizi ortaya koymuşsunuz gibi geliyor çünkü niye yapamadık, ne eksikti? işte yasası var, yönetmeliği var. Belki de, ee, şimdi aklıma geldi. Siz belediye başkanı olduğunuzda, daha ilk gün safınızı toplayıp, şey sormuştunuz; Belediye başkanının görevlerini sormuştunuz. Ben onu bugün gibi anımsıyorum. Herkes bir şey söylemiş işte, Belediye Başkanı şunları yapar, bunları yapar. Hayır belediye başkanının, başka yetkisi de var demiştiniz Cak Cuk yetkisi, hiç unutmam. Şimdi burada da bir, Cak Cuk bir noktasında, bir müdahale gerekiyor. Birkaç gün önce Halk TV'de katıldığınız bir programda, bu yasal düzenlemeleri, bir daha değiştirilmesi neredeyse teklif edilemez noktada, bir anayasa düzenlemesi teklif ettiniz. Çok da ilginçti, benim açımdan. Buna ilişkin bir değerlendirme yapabilir misiniz?

-Tabi memnuniyetle. Şimdi, yasalar hazırladık, yasalar çıkarttık, planlar yaptık, plan tatbikatları yaptık, hazırladığımız planlara dayalı olarak projeleri ortaya koyduk ama bunları bir türlü uygulayamadık. Bunların hepsi de doğru şeylermiş. Ben teknik olarak bunların doğruluğunu değerlendiremem ama okuduklarımdan hareketle, işte jeoloji mühendislerinin falan, değerlendirmeleri ile söylüyorum, yasalar iyi yasalar, planlar iyi planlar, projeler doğru projelermiş. Fakat bunu uygulamadık. Aslında, biraz önce değindiğiniz konuya gelmeden önce ve buradan hareketle bir başka yönümüze değinmek gerekir diye düşünüyorum. Aslında, şöyle bir sorunun alt parçası, bu depremle bağlantılı olarak yaşadığımız olay, şöyle bir sorunun alt parçası, Türkiye'de yasalar uygulanmıyor ve umursanmıyor. Yasaların uygulanmadığı ve umursanmadığı bir ülkeyiz. Ne kadar kötü bir şey değil mi?

-Hocam bir çalışma sırasında öğrenmiştim. Almanya'da, 1930'dan bu yana imar mevzuatında yapılan değişiklik sayısı, ya 3 ya 4. Böyle bir geleneği var. Ama mesela biz, en azından devlet ihale yasası ki, omurgasıdır, bence bir demokrasi ölçüsüdür aynı zamanda, 164 kez değiştirildi, yani hani yasanın iyi yapılmasını da geçiyorum, o iyilikleri bozma konusunda da müthiş bir performansımız var.

-Doğru, aynen öyle yasaları, kendi işimize geldiği gibi, değiştiriyoruz. Bir de şöyle bir hastalığımız var bizim, yani bir yasaları uygulamıyoruz ve umursamıyoruz, bir de belki, işin kolayına mı kaçtığımız için bilemiyorum, gerekçesini bilmiyorum, bir de bir sorun varsa, yasa çıkararak ya da bir bakanlık kurarak, o sorunu çözeceğimizi düşünüyoruz. Şimdi mesela, Deprem Bakanlığı kurulsun, önerileri dile getiriliyor. Çok içtenlikle insanlarımızın bunu söylediklerini düşünüyorum. Yani o insanlarımızın gözünde, ya bir Deprem Bakanlığı kursak, olmayacak. Yani o yasayı çıkarsak olmayacak, öyle değil. İşte bakanlıklar kuruyoruz, bakanlıklara sorun bağlamında ad veriyoruz. İşte Çevre Bakanlığı, Şehircilik Bakanlığı, yanına çevre sorunlarının taşıyınca, bir de çevre sözcüğünü ekliyoruz, daha sonra iklim değişikliğinin önem taşımaya başladığını görüp, onu da ekliyoruz. Şehircilik Çevre ve İklim Değişikliği falan, yarın ona yeni bir şey ekleyebiliriz, depremsellik eklenebilir.

-Sonra da yükü artınca bunlar ayrılabilir.

-Vesaire vesaire, sonra da ayrılır falan. Oysa çözüm burada değil. Tabi çözüm, genel olarak ülkenin çıkarttığı yasaları, aldığı kararları, koyduğu kuralları, uygulamasında. Yani demokratik hukuk devleti dediğimiz şey, budur. Bir de devlet dediğimiz örgüt, öteki örgütlerden, yaptırım gücüyle ayrılır. Yani devlet şiddet kullanır, güç kullanır, buna yaptırım diyoruz, devletin yaptırımı diyoruz. Devlet yaptırımını karakolda, kışlada değil, imarda da göstermeli. Aslında bu bir yurt savunması, yani konuştuğumuz konu, Taner Bey, bir yurt savunmasından, topraklarımızın savunmasından, korunmasından, insanlarımızın korunmasından söz ediyoruz. İşte 40 bini aştı, yani 40.000'i savaşta da kaybedebilirdik, depremde de. Burada kaybettik, bu da bir savaştı. Yani bu savaşta 40.000’imizi kaybettik, topraklarımızı kaybettik, sermaye stokumuzu kaybettik, yani 30 milyar dolara yakın bir sermaye stok kaybı olduğu söyleniyor. Yani vatan topraklarını, vatan evlatlarını kaybediyoruz. Devlet yaptırım gücünü burada kullanmayacaksa, Allah aşkına nerede kullanacak? Bir devlet 2018 yılında çıkardığı imar affında, o yasanın falanca maddesinde, depremle ilgili bütün sorumluluklar, mal sahibindedir diyebilir mi? Yani hadi o onun sorumluluğu da, onun altında oturan benim ya da onun üstünde oturan sizin, sorumluluğunuzu nasıl o mal sahibi üzerinden, bir devlet tanımlar ve bunu içine sindirir. Şimdi ikimizde Rize kökenliyiz Taner hocam. Bizim derelerimiz ünlüdür. Şimdi bizim derelerimizin orada, hemşerilerimiz konut yapıyorlar. Şimdi sayın Cumhurbaşkanının, memleketine gittiğinde, verdiği demeçten hatırlıyorum; “Ya buralara konut yapmayın kardeşim!”, uyarıyor. Valiye bir kaç kez talimat verdi. Her selden sonra, heyelandan sonra, falan hatırlıyorum. Bir daha falan filan dedi. Vali diyor ki, maalesef, maalesef yurttaşlarımız gidip oraya, konut yapıyor. Çok ünlü de bir fotoğraf vardır, hiç unutmuyorum, bir böyle dere, galiba fırtına deresi ya da başka bir büyük bir dere, bir ada yaratmış orada, gelmiş o derenin yapay adası üzerine inşaat yapmış birisi, Valide bundan şikayet ediyor. E sen niye buradasın kardeşim? Yani senin neren Vali? Bir valinin görevi o değil mi? Kamu düzenini korumak durumunda değil misin sen? Yani onun, oraya, hakkı olmadığı halde, öyle bir yapı yapmasının yaratacağı olumsuzlukların sorumlusu, sen değil misin? Buna nasıl izin veriyorsun? Bunu nasıl vatandaşın üzerine yüklüyorsun? Yani dolayısıyla devletin yaptırım gücünü, imar alanında da göstermesi gerekiyor. Her yerde olduğu gibi falan. Şimdi bütün bunları dikkate alarak, o programa geliyorum. Şöyle düşündüm; yani, yeni bir kamusal refleks geliştirmeliyiz. Bu böyle gitmiyor. Böyle yapamıyoruz. Demeçler uçuşuyor, art arda açıklamalar geliyor, televizyon programlarında birbirlerinden değerli, bilim insanlarının ya da gözlemcilerin, açıklamalarını dinliyoruz ama ben yine de sanki başka bir şey yapmamız gerekir diye düşünüyorum. Bunu tartışalım yani ben ne yapmamız gerektiğini, tam anlamıyla ortaya koymuş birisi olarak söylemiyorum ama, yapılması gereken şeylerden bir tanesi, bu yasa plan, işte tüzük, yönetmelik falan, ölçeğinde düşündüklerimizi, anayasa ölçeğine taşımak ve orada şöyle bir kamusal tavrı geliştirmek, şimdi filan geliyor, evde plan yapıyorlar. O plan nasıl hazırlandı. O plan belediye sunulduğunda, kimler tarafından, nasıl değerlendirildi? ya da bakanlığa Çevre Şehircilik Bakanlığına götürüldüğünde, orada bir vukuat oldu mu, olmadı mı falan, bilmiyoruz. Yani onun onaylanması ya da reddedilmesi ya da onun üzerine bir değerlendirme yapılması yerine, farklı olarak diyorum ki, bazı şeyleri ortaya koyalım ve anayasada diyelim ki, arkadaş bunların gündeme getirilmesi teklif dahi edilemez. İmar affı, bunlardan bir tanesi. İmar afları yasaktır, imar afları teklif dahi edilemez. Bu bir anayasa maddesi. Yani yok hükmünde. Bir başka şey, fay hatları... Fay hatları üzerinde plan yapılamaz. Yapılmasına girişilemez vesaire, çok sert önleyici bir şey. Yani fay hatlarında plan yapılması yok hükmünde, anayasa ile yok hükmünde. Üçüncü olarak ta aklıma gelen, şimdi müteahhit avı başladı. Herkes düşman olarak ya da temel sorumlu olarak, müteahhitleri görüyor. Oysa müteahhitler, sorumluluk zincirinin, bir parçası o kadar. Bir yığın sorumlu var. Herkes sorumlu. Şube müdürleri, Daire başkanları, Belediye başkanları, Bakanlar, Başbakanlar, bunu onaylayan Belediye Meclis üyeleri ya da Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri vesaire vesaire. Yani bu imar affının kabul edilmesi, kabul edilebilecek bir şey mi? Yani bu imar affının 2018 yılında yasalaşması kabul edilebilecek bir şey mi?

-Hocam çok güncel bir şey var. Hatay’da bir süre önce, depremsellik açısından riskli alan olarak ilan edilen bir bölge, bir bölge, çok yeni, Cumhurbaşkanı kararnamesi ile yürürlükten kaldırılmış ve o bölgede bir tane yapı kalmamış.

-Olacak iş değil. 3. anayasa değişikliğini de, herkesin, kendi sorumluluğu oranında, tazminat ödeme yükümlülüğü ile, yükümlü olduğunu koyalım, falan, buna benzer bir takım düzenlemeler yapalım diyorum. Yani, Türk, anayasa bir toplumsal mutabakat metni, anayasa nasıl yaşayacağımızı ortaya koyduğumuz bir metin. Toplum olarak, birey olarak, haklarımızı ne? Bir devlet kuruyoruz, örgüt kuruyoruz. Adı devlet. Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Devletle ilişkilerimiz ne? Falan. Ama bir coğrafyada yaşıyoruz Taner bey. İşte 1071'de gelmişiz bu coğrafyaya, daha önce gelenler de var. İşimize geldiği zaman, bin yıldır bu topraklarda izliyoruz ama uygulamaya baktığımızda, sanki dün gelmişiz gibi. Sanki tanımadığımız bir yerdeyiz. Sanki geçici olarak buradayız, yarın öbür gün gideceğiz buradan, gibi bir hava içindeyiz. Yani yaşadığımız yeri görmüyoruz, yaşadığımız yeri değerlendirmiş değiliz, nasıl yaşamamız gerektiğine ilişkin tedbirlerimizi almış değiliz. O yüzden, o yüzden, böyle bir, böyle bir düzenlemeyi seslendirdim. Tabi gündeme getirmemiz gereken, başka düzenlemeler de, yani yeni kamusal refleks, anlamında başka şeyleri de tartışmalıyız, tartışılıyor.

 Biraz önce sormuş olduğunuz sorunun, bir başka yönüne geleyim. Evet biz, birlikte, bir kent, yeni kent parçaları kurma sürecini yaşamış, insanlarız. Hem de bunu bir sivil toplum örgütüyle yaptık.

-Henüz hukuki bir altyapısı da yok.

-Evet. Yani gerçekten çok önemli bir deneyim, başarılı olmuş bir deneyim. Ne yaptık? Bilinmeyen bir şey yapmadık. Yani yapılması gerekeni yaptık. Titizlikle yaptık. Burada, bir önemli şey var, ben bir süredir devlet örgütlenmesinde, bunu da seslendiriyorum, halkı işin içine kattık.

-Değil mi? Katılım.

-Bence bu çok önemli. Katılımın da ötesinde, hatta birliktelik, ortaklaşım belki, ortaklaşım. Yani müşterek diyorlar, ben müşterek sözcüğünü, müşterekler diyorlar, ben müşterekler sözcüğünü ortaklaşım diye çeviriyorum. Yani kamu-halk işbirliği. Kamu ve halkın örgütlü diyaloğu. Yani yapılan bu; Batıkent'te, Egekent'te, Kuzeykent'te, Doğukent'te, hazırladığımız tüm projelerde, bunu yaptık. Kamu, belediye ve halk kooperatif örgütlenmesi. Yani yeni kent parçaları kurarken, yapılması gerekenlerin bir teknik yönü var, onu şehir plancıları vesaire işte bilinen bir şeyi yaptık. Bilinmeyen bir şey yapmadık. Ama farklı bir şey yaptık. Halkı işin içine kattık. Halkın işin içinde olmadığı, bir çözümü ben, artık düşünemiyorum. Onun için halk, bu deprem alanını şimdi yeniden, on kentimizi yeniden kuracağız. Devletimiz, yaralarımızı sarıyor falan değil, halk için içine girmeli. Halkta bunun içinde yer almalı. Yer seçimi konusunda da, yapımla ilgili kararlar da da, tasarımla ilgili kararlarda da, halk yer almalı. Yani devletin, halkla birlikte bu kentleri kurması lazım. Belki başlangıç olarak kurultaylar, kent kurultayları, Adıyaman kurultayı, Hatay kurultayı, vesaire... Yani bunu bir masanın üzerine yatırmalıyız. Böyle çok da uzatmayı, uzatmaktan da söz etmiyorum ama bunu hemen yapabiliriz, yani çünkü çok sıcak hepimizin gözlemlerini unutmadan onu yapabilmeliyiz. Bu sempozyumlar ya da kurultaylarla, bunları bir masaya yatıralım. Yani birkaç ay içinde bunu yapabiliriz. Birkaç ay içinde bu örgütlenebilir.  Bence örgütlenmeli yani, ben olsam, benim elimde yetki olsa, ben bunları örgütlerim. İlgili kamu kuruluşları, ilgili halk kitlesi ve devlet. Bir üçgen. Müteahhitte bu üçgenin içinde, yapımcı olarak yerini alır. Yapımcı olarak, yani iş vereceksin yapacak o da, o şekilde. Yani merkezi yönetim; devlet, yerel yönetimler; halk. Bir araya gelinmeli. Yani devlet yukarıda bir şey bahşedecek, hadi yine işiniz iş deyecek, hadi yine size bir müjde falan denecek-

-Bazı belediyeleri de işin işine sokmayacak.

-Sokmayacak. Öyle değil, hep birlikte. Ama en belirgin yönü, bu sefer halkın da işin içine katılması olmalı. Böyle bir süreç var aklımda.