Aslında bu başlığa Kaddafi’yi, Saddam’ı, Ortadoğu’daki tüm emirleri, sultanları, kralları da eklemek gerekirdi, çünkü tümü de demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini, uygar yaşamı despotizme hapsetmiş, yönetenler sınırsız varlıklar içerisinde saltanatlarını sürdürürlerken, alt katmandakiler yaşayabilmek için akın akın batılı ülkelere kaçıyorlar, ama burada konuyu dağıtmamak için kısa tutuyorum.
Mısır’da 2012 yılında seçimle göreve gelen Müslüman Kardeşler Birliği (İhvan-ı Müslimin) yanlısı Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin giderek otoriterleşmesi, hukukun üstünlüğüne dayanmayan ve laik kesimleri rahatsız eden şeriatçı politikalar uygulamaya koyulması, halk hareketlerine yol açmış, giderek büyüyen çatışmalar üzerine Genelkurmay Başkanı Abdulfettah el Sisi komutasındaki Mısır Silahlı Kuvvetleri, 2013 yılının Temmuz ayında darbe yaparak, daha bir yılını doldurmayan Mursi yönetimine son vermişti.
Tüm komşuları ve dünya devletleri, Mısır’daki darbeyi dikkatle ve tarafsız bir şekilde izliyor, darbecilere ve Mursi taraftarlarına daha fazla kan dökülmemesi için sükunet ve itidal tavsiyesinde bulunuyorlardı. O günlerde Mısır’daki darbeye en net ve sert tepkiyi Türkiye göstermişti, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Sisi darbecidir, zalimdir, demokrat değildir” demiş, Mısır’la tüm sosyal, siyasal, ticari ilişkileri sonlandırmış, ellerini kaldırıp baş parmaklarını kapatarak “Rabia” selamı icat etmiş, yıllarca mitinglerinde ve söylemlerinde halkı bu Rabia işareti ile selamlamıştı.
O zamanlar, “Mısır’daki darbeye tarafsız yaklaşmalıyız, darbecilere ve Mursi taraftarlarına itidal tavsiye etmekle yetinmeliyiz, ilişkilerimizi böyle sert ve kesin bir şekilde bitirirsek, yarın Mursi ve taraftarlarını koruyabilmek için Sisi ile bir görüşme imkanı bile bulamayız” diyenlere, sert tepkiler gösteriliyordu. Nitekim, Mursi hapisanede hastalandı, biz Türkiye olarak Sisi’yi darbeci, katil diye suçlamaya devam ettik, “Mursi’ye yaşama şansı verin” demeye bile imkan bulamadık, Mursi hapisanede yaşamını yitirdi.
Uzun yıllardır aramızda çok yakın dostane ilişkiler geliştirdiğimiz Suriy’de 2011 yılının yaz aylarında iç savaşın patlaması üzerine bir anda ‘Kardeş Esad’ı, ‘Katil Esed’ ilan ettik, “Hemen Suriye’ye gireriz, üç ayda Şam’a kadar gideriz, Emeviye camiinde namaz kılarız” diye hayallere kapıldık. İç savaş bugüne kadar devam etti, dünya devletleri savaşa müdahil oldu, bölgede türlü türlü terör örgütleri türedi, savaşta sayısız insan can verdi, milyonlarca Suriyeli ve dolaylı olarak Afganlı, Iraklı, İranlı, Pakistanlı, Afrikalı devletlerden kaçanlar, ülkemize doldular.
Suudi Arabistan Krallığı, muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı İstanbul’daki Başkonsolosluğunda öldürüp cesedini yok etti, önce sert tepkiler gösterdik, sonra hiç bir şey olmamış gibi Kraliyet ailesi ile el sıkışıp kucaklaştık.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hindistan’da katıldığı G-20 Zirvesi’nden dönerken uçakta çok önemli açıklamalar yaptı:
“Öncelikle dışişleri bakanlarımızı, istihbarat başkanlarımızı görevlendirdik. Onlar birbirleriyle karşılıklı olarak görüşmelerini yapacaklar. Onlar tabii önce bizi bekliyorlar ama ben dedim ki ‘Biz sizi bekliyoruz’. Tarih verilmedi. Tarihi, bakan arkadaşlarımız ve istihbarat başkanımız görüşecekler. Ona göre de adımlarımızı atacağız. Görüşmemizde kendilerine de görevlendirdikleri büyükelçinin sunacağı güven mektubunu yakında kabul edeceğimi söyledim. Türkiye ve Mısır ilişkilerini hak ettiği seviyeye birlikte en kısa zamanda ulaştıracağız... İlişkilerimizin eskisinden daha iyi hale gelmesi, Suriye meselesi başta olmak üzere, birçok bölgesel sorun alanında olumlu neticeler almamızı sağlayabilir.”
Bu gelişmeler çok doğru ve olumlu ama, neden uluslararası ilişkilerimizi bir anda yerle yeksan edip, yıllar sonra da bu şekilde yeniden toparlamaya çalışıyoruz, anlamak mümkün değil.
Gelelim, CHP’li Sezgin Tanrıkulu meselesine, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçaktaki açıklamalarında Tanrıkulu hakkındaki suçlamalarının tamamına katılıyorum, Türk Silahlı Kuvvetleri, vatanımızın, milletimizin, devletimizin içeride ve dışarıda en büyük koruyucu, kollayıcı, gücü ve onurudur, ancak Cumhurbaşkanı’nın şu sözleri kafamı iyice karıştırıyor:
“Bu şahıs, dünyanın en şerefli, en mert ordusuna dil uzatmanın cezasını hukuk önünde alacaktır. Düşmanlarının bile mertliğinden övgüyle söz ettiği Türk Silahlı Kuvvetlerimize yapılan bu namertçe hakaret, iftiralar cezasız kalmayacaktır.”
Bu önemli gelişmelere 12 Eylül askeri darbesinin yıl dönümünde tanık oluyoruz...
Yıllardan beri devletimizi yönetenler sürekli “Vesayet rejimini bitiriyoruz” diyerek, “Darbe yapacaklar” iddialarını ortaya atarak, Ergenekonok, Balyoz, Askeri Casusluk gibi operasyonlarla Silahlı kuvvetlerimizin kolunu kanadını kırdılar, 15 Temmuz Fetöcü darbe girişimi ile nefes alamaz hale getirdiler, milletimizin bir kısmı, yaşananlardan etkilenip kendi askerine hain gözüyle bakmaya başladı. Taa 1997’lerde yaşanmış 28 Şubat girişimleri bahanesiyle hapislere doldurulan generallerimiz, cezaevlerinde yaşlı ve hastalıklı halleri ile halen can çekişiyorlar.
Birincisi, Türk Silahlı Kuvvetleri, hiç bir zaman diktatoryal bir hevesle siyasal rejime müdahalede bulunmadığını her defasında açıkça gösterdi, iki üç yıl içerisinde müesses nizamı raylarına oturtup, görevi yeniden siyasal aktörlerine bıraktı.
İkincisi, CHP’li Sezgin Tanrıkulu, yıllardır yaşadığımız bu paranoyaların etkisiyle hata yapmış olamaz mı?
Son olarak, bu açılımlarından sonra Sayın Cumhurbaşkanı’nın, 28 Şubat sanığı generalleri, en azından yaşlılık ve sağlık durumları nedeniyle affetmesini de bekleyebilir miyiz?