Gabriel García Márquez’i yıllardır okurum. Yüzyıllık Yalnızlık elbette bir başyapıt; ama beni her zaman asıl cezbeden, romanlarının arasına sakladığı küçük ayrıntılardır. Okurun gözünden kaçacak sanılır ama aslında koca bir dünyanın kapısını aralarlar. Bir gün karşıma, hiç beklemediğim bir sayfada, Ankara’dan kalkıp Latin Amerika’nın o ağır nemli havasına kadar uzanan bembeyaz bir tüy düştü: Ankara kedisi.
Bir Romanın İçinde Ankara’nın Sessiz Bir İzı
Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım romanında yaşlı anlatıcıya doğum günü hediyesi olarak bir kedi verilir. Öyle sıradan bir kedi değil… Marquez özellikle vurgular: “Harika bir Ankara kedisi.”
Romandaki bu tek cümle, beni sayfayı kapatıp düşünmeye itti. Latin Amerika’nın en büyük hikâye ustası Ankara kedisini neden seçmişti? Hangi rüzgâr bu zarif hayvanı Karayipler’e taşımıştı?
Kedi, romanda sadece bir evcil hayvan değildir. Yaşlı adamın yalnızlığının, hayata tutunup tutunamayacağının aynasıdır. Geceleri sessizce dolaşır, yatağın ucunda bekler, bir insanın kendi içine doğru yürüdüğü yolların tanığı olur.
Ankara kedisi burada bir coğrafyanın değil, bir duygunun temsilcisidir: ağırbaşlılık, dinginlik, gururlu bir mesafe.
Romanın Kayıp Nesnesi: Elkitapçığı
Asıl merakımı uyandıran ise şu sahne oldu:
Kedinin yanında bir de Hayvan Üretme Çiftliği’nden verilmiş bakım elkitapçığı vardır. Yaşlı adam, çiftlik görevlileri kedinin yaşlı olduğunu ve “uyutulması gerektiğini” söylediğinde kitapçığa bakıp bunun yazılı olup olmadığına bakar.
O anda düşündüm:
Acaba gerçekten Atatürk Orman Çiftliği böyle bir broşür hazırlamış mıydı?
Bir dönem Ankara kedisinin bakım ve üretimine dair özel bir kılavuz var mıydı?
Marquez’in eline böyle bir belge geçmiş olabilir miydi?
Aradım, taradım, eski katalogları dolaştım; ama bu kitapçığın somut bir izine rastlamadım. AOÇ’nin bazı tanıtım metinleri, hayvancılık belgeleri, yetiştirme raporları var elbette; fakat Marquez’in romanında anılan o küçük elkitapçığı sanki yalnızca kâğıt üzerinde değil, edebiyatın kendisi içinde var olmuş gibi.
Marquez’in yaptığı şey çok tanıdık: gerçeğe benzeyen ama gerçeğin tam kalbinde bulunmayan bir nesne yaratmak.
Okurun zihninde “böyle bir şey gerçekten olabilir” diye bir kapı açacak kadar inandırıcı, ama arşivlerin demir raflarında karşılığı olmayan bir nesne. Bu, onun büyülü gerçekçiliğinin en sessiz ama en etkili numarasıdır.
Ankara’nın Adı Bir Roman Sayfasında
Bu hikâyede beni en çok etkileyen şey şuydu:
Marquez, Ankara’yı hiç anlatmaz; ama Ankara’nın ruhu romanda bir kedinin göz bebeklerinde dolaşır.
O kedi, sanki Ankara’nın sabırla bekleyen, ağırbaşlı, rüzgârlı tepelere alışık ruhunu Kolombiya’ya taşır.
Bir romanda kentin adı bir kez geçer, bir daha da görünmez; ama okur o beyaz tüyün hangi iklimde parladığını sezebilir.
Ankara’nın kültürel belleği bazen böyle tuhaf yerlerde çıkar karşımıza.
Bir sokak adında, eski bir binanın gölgesinde ya da bir Kolombiya romanında…
Sonuç: Broşürü Bulamadım, Ama Hikâyesi Var
Aradığım elkitapçığını bulamadım. Belki de hiçbir zaman basılmamış, yalnızca Marquez’in masa lambasının altında doğmuş küçük bir kâğıt parçasıdır.
Ama bir şey biliyorum:
Ankara kedisi, Marquez’in evrenine “yerli ve milli” bir ayrıntı olsun diye değil, kendi zarif varlığıyla sızmış olmalı.
Ve bu bana şunu hatırlattı:
Bazen şehirler, kendilerini en çok hiç beklemediğimiz metinlerde gösterirler.
Ankara’nın Latin Amerika edebiyatına bıraktığı bu ince tüy, benim için kentin en güzel sırlarından biri olarak kalacak.