KENTSEL RANT TARTIŞMALAR

Kentsel rant, günümüzde bir çok yazında ve medyada, olumsuz bir kavram olarak iletilmektedir. Bazı bilimadamları, aydınlar ve sivil toplum kuruluşu mensupları dahi, kentsel rantı istenmeyen bir olgu şeklinde tanımlamaktadırlar. Bunun nedenlerini, özel mülkiyet egemeniği, imar elastikiyeti, piyasa ve rekabet odaklanması, haksız kazanç, kentin görünümünü bozma şekline sıralamaktadırlar. Şikayet edilen bir başka husus da, elde edilen rantın kamu yararına değil, özel girişimciler ve çeşitli piyasa aktörleri arasında paylaştırılıyor olmasıdır. Rant amaçlı olarak elde edilen porjelerin de insan odaklı değil, kar amaçlı olması bir başka eleştiri noktasıdır.

Bu düşünceler dikkatle incelenip gerekleri araştırıldıktan sonra şu kararlara varmıştır. Özel mülkiyet ve kar amaçlı proje üretilmesi, rant sayesinde mümkün olmaktadır, bu doğrudur. Aslında, istenen sonuç da böyle olmalıdır. Bugün Türkiye ekonomisinin, alt sektörleriyle birlikte yaklaşık %30 unu oluşturan inşaat sektörünün önünün açılması, serbest piyasa rekabeti sayesinde mümkün olmaktadır. Rantın az olduğu, imar haklarının minimumlaştırıldığı bir ortamda, inşaat üretiminden bahsetmek, bugünkü anlayışla mümkün değildir. Kaldı ki bu sektör ayakta kalabildiği sürece, istihdam sorunu da ülkemizde çok daha uzun süre istenen seviyelerde kalabilecektir. Bu durum, sektörün birincil amacı olmasa da, sürecin sosyal bir olumlu sonucudur.

Kent görünümlerinin bozulması konusu, şöyle ele alınmalıdır. Hangi projenin, hangi kentin hangi bölgesinin görünümünü bozacağı konusu, çoğunlukla sübjektiftir. Genellikle çok katlı binalar istenmeyen, çirkin bir yapılaşmanın öğeleri olarak ifade edilmektedir. O halde New York City, Chicago gibi kentler, çirkin kentler midir? Amerika Birleşik Devletleri'ndeki birçok kent için gökdelen sayısı ve dizilişi, kentin güzelliğiyle eşdeğer sayılmaktadır (skyline). Bu, daha fazla yeşil alan ve yatayda daha geniş kentsel servis olanakları sağlayabilmek için dikeyde yapılaşmayı öneren, Le Corbusier'in model kent akımıdır. Buna karşılık, Paris, Londra, Roma gibi Avrupa başkentlerinde yüksek binalardan sakınılmaktadır. Ancak bunun da temel nedeni iktisattır, ranttır. Söz konusu şehirlerin mevcut geleneksel dokusu sayesinde her yıl on milyonlarca turist ziyarete gelmektedir. Böyle bir iktisadi karşılığı, rantsal karşılığı olmasa, geleneksel dokunun da kıymetinden söz etmek pek yerinde olmazdı.

O halde, kent estetiğinin önemine kim, nasıl karar vermelidir? Bunun çok net bir karşılığı ülkemizde vardır. 1983 tarihli Istanbul Boğaz'ının Görünümünü Koruma Kanunu, aslında kent estetiği algılayışına getirilmiş hukuki bir karinedir. İstanbul Boğazı gibi, korunması çok gerekli görülen başka kentlerimiz varsa onlar için de bu türden hukuki tedbirler alınmalıdır. Sözgelimi, Bursa kent merkezindeki Doğanbey Kentsel Dönüşüm Projesi'nin çok katlı binaları da eleştiri konusu olmuştur. Buna karşılık, yeni ve modern olan bu yüksek binaları beğenenler de vardır. Bu çelişkileri gidermenin yolu, estetiği çok önemli olan kentleri subjektif değil, objektif hukuki kriterler ile koruma altına almaktır.