KENTLEŞME ÜZERİNE AFORİZMALAR 1

Kentleşme, gelişmekte olan ülkelerin, özellikle yakın dönemde içine girdiği değişim sürecinin en belirgin yönüdür. Taşıdığı belli başlı özelliklerle, az gelişmiş ülkeler sınıfını aşıp gelişmekte olan ülkelerin öncüsü konumuna gelen günümüz Türkiye'si de içine girdiği değişim ve gelişim sürecinin karşılığı olarak, hızlı bir kentleşme devinimine sahne olmuştur. Çeşitli geleneksel ilişkilerin çözülerek ve gelişerek oluşturduğu bu süreç, toplumu yeniden biçimlendiriyor olmasının yanı sıra, çeşitli sorunların da kaynağı haline gelmiştir.

Türkiye'de kentleşmenin dinamiğini oluşturan yapısal değişimler, tek bir etmenin değil, belli bir çok etmenin bileşiminin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Nüfusun toplumsal özelliklerinin değişimini sağlayan ve bir nüfus dinamiği yaratan bu etmenler, Doç. Dr. Yakut SENCER'e göre nüfusun hareketlenmesine yol açan güçler biçiminde belirir ve bu nüfus hareketinin yönü, genellikle kırsal kesimlerden kent merkezlerine doğrudur. Cumhuriyet döneminde, kalkınmayı sağlamak amacıyla nüfus açığını gidermek ve düşük yoğunluklu toprakları beslemek ve gerekli iş gücünü yaratabilmek için nüfus artışını destekleyecek politikalar izlenmiştir.

Bu politikalar, toplumdaki geleneksel yapının bir sonucu olarak ve kent koşullarının çok çocukluluğu engelleyici yönleri dolayısıyla en büyük etkiyi kırsal kesimde göstermiş ve bu alanlarda, 80'li yıllara kadar kontrolsüz ve plansız bir nüfus yoğunluğu oluşmuştur. 1950'lerden sonra kırsal kesim nüfusunda görülen hızlı artışı tarım sektörü özümseyememiştir. Ülke nüfusunun %60'dan fazlasını kapsamasına rağmen, sanayi kesiminin ulusal gelirdeki payının çok çok altında kalan tarım sektörü bu nüfus artışına bağlı olarak artan istihdam fazlalığını kaldıramamıştır. İşte bu noktada, kır kesimindeki itici güçler devreye girer ve tarım kesiminde iş gücü fazlalığı yaratıldığı için işsiz kalan kesimde, topraktan koparak kentlere göç hareketi başlar. Tarımdaki makineleşme ve organik gübre gibi diğer yapısal değişimler de tarımdaki iş gücü ihtiyacını önemli oranda azaltarak büyük bir iş gücünü açıkta bırakmıştır. Türkiye'de kırdan kente göçün öncelikli sebebi, kırsal alandaki itici güçler olmasına rağmen; büyük şehirlerin çekici gücü de diğer bir göç sebebidir.

Şehirlerde sanayileşme ile birlikte artan iş imkanları, eğitim, sağlık vb. gibi kentsel servislerin ve yaşam koşullarının gelişmişliği de kentin çekici gücünü oluşturur. Bu durum, ülkemizdeki kentleşmenin kaynağı olan iç göçlerin de bir diğer etmenidir. Kısaca özetlemek gerekirse Türkiye'deki kırdan kente göç hareketi, izleyen on yıllarda ve özellikle 1960'lardan itibaren, kırsal alanlardaki hızlı nüfus artışı ve buna bağlı olarak tarım alanlarının daralması sonucu, ailelerin geçimlerini karşılayamaması ve tanımda makineleşmenin artmasına bağlı olarak, tarımsal iş gücünün azalması ve bu kesimdeki insanlann işsiz kalması gibi ekonomik nedenler ve kentlerdeki olanakların kırsal alanda bulunmaması sonucu oluşan birtakım sosyal etkenlerden kaynaklanmaktadır.

Türkiye'de kentleşme, kırın itici özellikleri ve kentin sağladığı göreceli imkânların çekici özelliği nedeniyle, köyden kente doğru olmuştur. Bu iç göç hareketi, ülkemizde nitelik ve nicelik olarak büyüme göstermektedir. Göç veren illerin artışı ve buna bağlı olarak göç eden nüfusun da artıyor olması, kentleşme kaynağını arttırmış ve yaygınlaştırmıştır.

Bunun sonucunda, göç alan illere yenileri eklenmiş ve göç hareketleri belli bir model uyarınca oluşmaya başlamıştır. Göç hareketi gelişi güzel değil, belli bir modelde şekillenmiştir. Bu modele göre, kırdan kente göç, daha çok büyük şehir merkezlerine doğru yönelmiştir. Nüfus veren illerin, bölgesel dağılımına bakıldığında, en çok nüfus veren illerin, Türkiye'nin Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu bölgelerin de olduğu görülmektedir.

Bu bölgelerin, nüfus yoğunluğu ve işlenen toprakların yetersizliği sebebiyle nüfusu kırdan kente göçe iten güçlerin, en yoğun bulunduğu bölgeler olması; yine bu bölgelerdeki insanlara sağlanan imkanların, diğer kentlere oranla daha az olması, Marmara, İç Anadolu ve Ege'de bulunan büyükşehirleri göç eden nüfusun cazibe merkezi haline getirmiştir. Ülkemizde en çok göç alan illeri, sırasıyla İstanbul, Ankara ve İzmir oluşturur. "Gerçekten, Türkiye'de iç göçlerin kaynaklandığı illerde yöneldiği merkezlere bakıldığında, nüfus alışverişinin, bir büyük kentle ona yönelmiş geniş bir bölgenin belirlediği birbirinden ayrı alanlar içinde olduğu görülmektedir." (Sencer, 93)

Türkiye'de kentleşme hareketi, çevresindeki illerden ve bu illere bağlı yerleşim bölgelerinden göç alan yani başka bir deyişle çevresindeki göç verici illerden beslenerek büyüyen ve diğer metropol illerle etkileşim içinde bulunarak merkezi bir konum üstlenen büyük kentler oluşturur. Bu şekilde etrafınki göç verici illerle birlikte bu büyük kent, bir kentleşme alanı oluşturur.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye'deki sanayileşme politikalarının da katkıda bulunduğu bu yoğun kentleşme hareketi ülkemizdeki birçok yapısal değişiminde temelini oluşturuyor. Ülkemizdeki sanayileşme hareketi ne yazık ki geçmişten gelen birtakım sebeplerle batılı ülkelerden çok geç başlamıştır. Osmanlı devletinin 16. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıla kadar süregelen sanayi devrimi hareketini maalesef çok geç takip etmeye başlamıştır. Batı toplumlarındaki toplumsal değişimin en büyük etmeni olan sanayileşme olgusu Türkiye'deki toplumsal ve ekonomik yapıyı önceleyen bir konumda değildir. 2. Meşrutiyet'ten sonra yerli endüstrinin geliştirilmesi yolundaki bazı girişimler başarılı olamamış ve Osmanlı endüstrisi Cumhuriyet dönemine %90.8'i 10 ve daha az işçi çalıştıran ve çoğu küçük zanaat atölyesi niteliğinde olan 65.245 iş yeri ve 256.855 işçi bırakmıştır. (Yavuz, Kelest Geray, 1973, $37) (Sencer, s.64), İşte bu nedenlerle Türkiye'deki sanayileşleş hızlı artan nüfusla paralel bir istihdam yaratamamış ve büyük umutlarla köylerdee kentlere göç eden insanların bir kısmı işsizlik nedeniyle ne yazık ki kentin bütün kenici özelliklerinden faydalanmak şöyle dursun göç ettikleri kırsal alanlarda ki hayat koşullarının da altında yaşamak durumunda kalmışlardır.

Bu toplumsal değişimin ve göç dinamiğinin ortaya çıkardığı en büyük etkilerden biri gecekondu olgusudur. Büyük kentlere iş bulmak ve daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak için göç eden kırsal nüfusun kente ilk etkisi barınma ihtiyacı olarak ortaya çıktı. Önceleri şehrin etrafında bulunan hazine arazilerine yerleşen bu insanlar baraka adı verilen evlerde yaşamaya başladı. Doğaçlama bir yolla gelişen bu çözüm ilk zamanlarda yerel yönetimler ve merkezi yönetim tarafından da göreceli olarak kabul gördü. İlk örnekleri 1940' İstanbul'da görülen bu yerleşme tipi resmi istatistiklere 'baraka' olarak geçti. Barakalar olarak adlandırılan bu yerleşimler 1950'lerdeki göç patlamasıyla nicelik olarak artarak 'gecekondu' ismini aldı. İlk zamanlarda şehrin genel dokusunu rahatsız etmeyen gecekondular yerel yönetimler ve merkezi otoritenin geçerli bir çözüm bulamaması ve çeşitli gelir grupları ve ihtiyaçlara hitap edecek formel bir konut ve arsa piyasası olmaması nedeniyle yasal olmasa da toplumda kabul gördü. O zamanın şartları içinde bir sorundan çok bir çözüm olan gecekondu olgusu toplumda kalkınmayla beraber düzeleceğine inanılan bir durumdu. "1968-1972 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda söz edilen 'büyük kentlerimizin büyümesi önlenmeye çalışılmayacak, aksine desteklenecektir' ifadesi ile 'kentleşme teşvik edilecek ve ekonomi bir itici alet olarak kullanılacaktır' ifadesi ne yazık ki ileriyi göremeyen ve bu gelişimin araçlarını doğru bir şekilde ortaya koyamayan bir devlet anlayışı olarak hatalı bir kentleşme modeli seçilmesine neden olmuş, bu doğrultuda alınan kararlar ve yapılan düzenlemeler göçü teşvik etmiş, ancak denetleyememiştir" (Özden, s.273)

Gecekondularda yaşayan insanlar kentin bir anlamda iş gücünü oluşturuyorlardı ve informal sektör ile eklemlenerek o yıllarda ülkemizde çok gelişmemiş olan özel sektörün sağlayamadığı otomotiv servisleri veya beyaz eşya servisleri gibi servisleri veren atölyelerde çalışıyorlardı. Ülke ekonomisine informal sektörle de olsa katkı sağlayan bu insanların barınma ihtiyacı toplumda doğal olarak kabul görmekteydi. Gecekondu nüfusu 1950 sonrasında Türkiye'de ekonomik büyümenin temel taşı olan ucuz iş gücü sağlamanın yanı sıra ortaya çıkarılan ürünler içinde canlı bir tüketici kitlesi olarak sanayi ürünlerine olan talebi de arttırdı.

Geleneksel olarak barınma ihtiyaçlı yapılmış gecekondu, kentin çevresine imar plandartina uymadan yapılan ihtiyaca göre geliştirilerek eklentiler yapılabilinen bir konut tipidir. Hazine arazilerine yapılması nedeniyle kişisel çıkarlara direk olarak ters düşmez ve aslında toplumdaki meşruiyetinin temelini buradan alır. Osmanlıdan miras kalma toprakta özel mülkiyetin olmaması ve kent çevrelerindeki alanların o yıllarda hazine arazileri olması Türkiye'de gecekondunun önünü açan bir diğer ayırt edici faktördü.