İLK GEMİ OCAK 1925’TE LİMANDAN AYRILIYOR…

Sizi Birer Kıvılcım Olarak Gönderiyorum, Volkan Olup Dönmelisiniz!

Sevgili okurlarım, bir süre önce televizyoncu, yazar dostum Besim Kavukçu ile yaptığım röportajı dikkatlerinize sunuyorum. Ben çok keyif almıştım, umarım sizde begenirsiniz.

“-Hocam merhaba, yaptığınız bir çok iş var, proje var. Ben mesleki olarak da, kişisel olarakta sizi tanımaktan çok büyük bir onur duyuyorum ve sanatsal gözünüzün de çok kuvvetli olduğuna inanıyorum. Onun için biraz sanat konuşalım istedim. Bir albüm çıkarmış sanatçılar ya da iki tane dizide oynamış oyuncular, kendilerine magazin programları ya da sosyal medya hesaplarında sanatçı derken, şair, tiyatrocu, heykeltraş, ressam, müzisyen gibi insanlar az önce saydığım sıfatları kullanıyorlar. Yani kendilerine sanatçı demiyorlar. Neden bunu böyle söylüyorlar ya da toplumun onlardan beklentisi mi bu? Yani sanatçı tırnak içindeki sanatçı ifadesi, biraz bu tür insanlara kaldığı için ifade biraz küçülüyor mu?

-Bu meseleyi aslında ne, nasıl baktığına, nereden baktığına, baktığın yerin neresi olduğuna dair rivayet muhtelif, kendisini ünvan biçimiyle sanatçı diye tanımlayana söyleyecek bir şeyim yok. O öyle tanımlıyorsa sanatçıdır ama ben verdiğin örnekteki grup açısından dizi oyuncusu demeyi, şarkı söylüyorsa şarkıcı demeyi tercih ediyorum. Sanat biraz başka bir şey aslında, onu başka bir şey kılan hakikaten onun nerede ve nasıl beslendiği ile ilgili bir mesele. Başından alırsak meseleyi bence de öyle almak lazım, kendini bir dizide oynamış birinin sanatçı diye tarif ettiğinde, aslında ona şu bilgiyi anımsatmak lazım, senin de benim de bildiğimiz yeryüzünün ilk sanatsal faaliyeti arkeolojik kazılarla ortaya çıkmış. Boya kapları olduğuna inandığımız yapılar, örnekler. 100 bin yıl öncesine dayanıyor. Böyle başlıyor sonra eski Yunan diyor ki, “Ben insan fiziğini, onun fiziki halini ideal oranlarını önemsiyorum”, onun üstüne inşa ediyor sanatını. Bizans ortaçağı dini motiflerden etkileniyor, dini kitapların kenar süslemeleri ile bir ikonografik iş geliştiriyor. Rönesans bir dakika böyle olmaz, fiziksel dünyayı resmetmemiz lazım diyor ve bence yeryüzündeki çok önemli bir şeyi, perspektifi ve özellikle heykel’de üçüncü boyutu getiriyor. Diyor ki, ben sanatı burada yoğunlaştıracağım.

Hatta bütün bunları yaparken Rönesans boyutunda söyleyeyim; özel grupların, çok zengin grupların rönesans döneminin zenginleri diye tarif ettiğimiz yapıların, seninde iyi bildiğin bir Medici ailesi, Floransa’yı sanatın başkenti ilan ediyor ve kendi tekeline alarak büyük ressamları, heykeltraşları hanedanına katıyor ve onların ürünlerinden, ürün üretebilecek fırsatlarından ilgileniyor. Sonra geliyoruz doğuya, İslam Sanatı ile karşılaşıyoruz. İkonografi burada yasak. Bu nedenle bizim karşımızda özellikle, sonra Selçuklu döneminde daha net bir şekilde ortaya çıkan geometrik şekiller, hat sanatı, resim yasak olduğu için minyatürün arkasına saklanan bir sanat anlayışı egemen oluyor. Orada bir üçüncü boyut da yok aslında, iki boyutta resmediyoruz meseleyi. Tabi topluca yaftalamak çok da doğru değil, aynı dönemde doğuda İslam Sanatının egemen olduğu dönemde Halife ikinci Abdülmecid’in bir harem ressamı olduğunu da iyi biliyoruz. Aslında hani bir yandan resim tupaka edildiği bir noktada, halife bile böyle resimler üretebiliyor. Sonra uzakdoğu’ya gidiyoruz orada din daha egemen, sanata yön veriyor. Hindistan, Tibet’e bakıyorsun ve heykeller var, dans var. Sonra en doğuya gittik Çin’de bu başka bir neşferet buluyor.

Kuyumculuk öne çıkıyor, sanat biçimi olarak. Bronz işçiliği öne çıkıyor, resim var. Sonra hep beraber izlediğimiz bugüne kadar gelen bir tiyatro geleneği var. Sonra bildiğimiz batıda 18.ci yüzyılın bir Aydınlanma meselesi var. Orada rasyonelliği esas alan bir halleri var. Sonra da genel tanımlarıyla bir akademik sanat, Sembolizm, İzlenimcilik gibi sanatlar baş rol almaya başlıyorlar. Şimdi böyle bakınca mesele yeryüzü sanatla nasıl tanıştı, nasıl gelişti? noktasında bakınca hakikaten bir klip çekince, tek şarkıyla, hatta bunları yaz aylarına denk getiriyorlar. Plajlar da söyledikleri bir seferlik şarkılarla bu arkadaşlarımız sanatçı olduklarını düşünüyorlar. Onun için herhalde benden bu arkadaşlarımızın da sanat yaptıklarına dair bir değerlendirme beklemiyorsun, eleştirmekte istemiyorum. Yani daha doğrusu kınamak istemiyorum çünkü bu coğrafyada aslında sanat dediğin mesele üst yapının bileşenlerinden bir tanesi değil mi? Yani kültürde bunun bir tanesi, dinde bunun bir tanesi, siz hangi coğrafyada yaşıyorsanız, hangi iklimde yaşıyorsanız, hangi aile ortamında ve arkadaş ilişkileri içinde gelişiyorsanız, kendinize çok benzer, kendinizi iyi hissettiğiniz bir çevrenin müziğini dinliyorsunuz, onun yaptığı resimden ki resimle çok ilgili olduğunu sanmıyorum bu grupların, onlardan keyif alıyorlar. Ama resim deyince aklıma geldi, mesela bir dönem bu ülkenin yönetimine egemen olmuş hepimizin yakından tanıdığı, faşist Kenan Evren ressam olduğu iddiası ile ortaya çıkmıştı, hatta utanmadan Picasso resmini ben de bunu yapabilirim, zaten ne var bunda diyecek kadar da aşağılık bir hale dönüşmüştü.

Sonunda bizim bugün tukaka yaptığımız, hatta resimlerini evinin hiçbir yerini asmayacağım bir adamın tablolarına binlerce, milyonlarca lira para ödeyerek satın aldılar. Sanatı da onlar böyle değerlendirdiler diye düşünüyorum açıkçası. Onları kendi dünyalarında bırakalım, alıcı buldukları sürece yaşayacaklardır. Hatta şey örneği geliyor, hiçbir dönem benim sevmediğim, onaylamadığım, müziğini de sevmediğim bir Justin Bieber fırtınası esti bu coğrafyada, değil mi? Bu dünyada milyonlarca izleyicisi oldu, son derecede kötü, pespaye bir müzik yaptı, hatta bir ikon olarak ortaya çıktı, pazarlandı, raf ömrü bitti, şimdi yok artık.

-Cumhuriyetin ilk yıllarında sanata ve sanatçıya verilen önem ortada, buna hiç kimse karışamaz. Biz ileriye gittikçe, bu sanat eğitiminde ya da sanat kavramında neden geriye doğru gidiyoruz?

-29 Ekim 1924’te bir Cumhuriyet, sonra bayram olarak kutlamaya başladığımız 29 Ekim’de bir sınav açılıyor, ulusal ölçekte, yurtdışına çocuk gönderme sınavı. Bu sınavı yirmi iki tane genç kazanıyor, bunların birkaç tanesi Fransa’ya, önemli bir kısmı Almanya olmak üzere iki ülkeye gönderiyorlar ve ilk gemi Ocak 1925’te limandan ayrılıyor. O gemide olanların birkaç tanesini anımsamaya çalışalım, bunlar genç insanlar. İlk kafile de Mahmut Cüda var. Mahmut Cüda, Türk resminde sonra uzun yıllar damgasını vuracak, çok önemli bir ressam figürümüz, bir ekol.

Hatta resimli grafiği birbirine karıştıran, sonra karikatüre evrilen bir arka planı var. Sonra hepimizin iyi bildiği Ulvi Cemal Erkin var. Cezmi Rıfık var. Cemil Sena var. Naci Ecer var. Sonra Türk siyasetine damga vurmuş kimliği ile başbakanlık’ta yapmış Sadi Irmak var. Suat Hayri Ürgüplü var, dönemin bakanı. Necip Fazıl Kısakürek var. Belki az bilinir bu haliyle, sonra Ekrem Akurgal var. Türk arkeolojisinin atasıdır, arkeolojinin kurucusudur. Bu genç insanlar 1925’de gönderiyorlar ve Atatürk’ün benim motto yaptığım bir değerlendirmesi var, diyor ki;”Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olup dönmelisiniz”. Aslında bu Cumhuriyetin toplumu şekillendirme ile ilgili bir çabası. Dönemin konseptini düşündüğünde, on milyon nüfus, iki tane harpten çıkmışsın, ülkede mimari diye bir şey yok, Ankara’da küçük küçük örnekleri yeni yaşanıyor ve müzik yapmayı, resim yapmayı, derin açılıkla boguşulmuş. bir devlet inşa ediliyor, bir toplum inşa ediliyor, okuryazarlık oranı yüzde 2-3’ler seviyesinde, bu eski yazıyla. Yani yazı değişti sonra bilgisiz kaldık cümlesi, külliyen yok hükmündedir. Cahiller %2’siydi, Arap harfleriyle kendini ifade edebilenler. Bu bir çabaydı, bir bir toplumun yeniden inşası meselesiydi.

-Hocam çok teşekkür ediyorum.”

(https://youtu.be/TRqGbCk_nWw)