Homo Deus’un Gölgesinde Gereksizleşen Uluslar

Gizlenenin Peşinde

Abone Ol

Yuval Noah Harari, Homo Deus’ta geleceğin insan manzarasını çizerken bir cümle kurar: “21. yüzyılda asıl sorun, insanların çoğunun gereksiz hale gelmesidir.” Kitabı ilk okuduğumda bu cümle zihnime bir çivi gibi çakılmıştı. Harari, burada bireylerden bahsediyor; üretim süreçlerinden, karar mekanizmalarından dışlanan, sistemin gözünde yeri olmayan “useless class”tan. Ama ben meseleyi daha geniş bir pencereden görüyorum: Bütün bir ulus, bütün bir coğrafya, bu sınıfa topluca düşebilir.

Bugün bu tabloyu sadece Asya’nın belli bölgeleriyle, Orta Doğu’yla sınırlı görenler var. Oysa bana kalırsa kırılma çok daha geniş olacak. Neredeyse bütün Afrika, Güney Amerika’nın büyük bölümü, dünyanın üretimden kopmuş, veri akışında yer almayan, teknolojik eşiklerini aşamamış ülkeleri… Hepsi, küresel hikâyenin dışına itilecek. Harari’nin diliyle, bu uluslar “hikâyenin konusu bile olmayanlar” olacak. Artık ne bilim üretimleriyle ne de tüketim güçleriyle stratejik görülecekler. Harita üzerinde yerleri olacak ama hikâyede isimleri anılmayacak.

Bunu düşündüğümde, gözümün önüne on binlerce yıl önceki bir sahne geliyor: Homo erectus ile Homo sapiens’in aynı yeryüzünde yan yana yaşadığı o son yüzyıllar… Arkeolojik bulgular bize gösteriyor ki, Endonezya’daki Java Adası’nda ve Çin’in kuzeyinde, Homo erectus grupları hâlâ yaşıyordu. Hatta bazı bölgelerde taş aletler üretmeye devam ediyorlardı. Ama aynı çağda Homo sapiens, Afrika’dan çıkıp tüm kıtalara yayılmış, kemikten iğneler, renkli boncuklar, mağara resimleri ve karmaşık av stratejileriyle bambaşka bir zihinsel evreye ulaşmıştı.

O dönemki fark bile büyük sayılırdı, fakat ben bugün görüyorum ki Homo Deus ile Homo sapiens arasında yaşanan radikal fark, Homo erectus ile Homo sapiens arasındaki farktan çok ama çok daha yüksek. Çünkü bu kez mesele yalnızca fiziksel kapasite ya da alet yapma becerisi değil; biyolojinin, zekânın, algının, ömrün ve hatta bilincin sınırlarının yeniden yazılması. Harari’nin dediği gibi, “Artık evrim doğal seçilimle değil, bilinçli tasarımla ilerleyecek.” İşte bu, Homo erectus’un asla deneyimlemediği kadar keskin bir ayrışma yaratıyor.

Bu, distopik bir roman kurgusu değil; şimdiden sessizce başlayan bir süreç. Gelişmiş ülkeler kendi Homo Deus nesillerini yetiştiriyor bile. Genetik mühendislik, yapay zekâ destekli eğitim, ömür uzatan tıbbi müdahaleler, beynin dışarıdan takviye edilmesi… Harari’nin “ölümsüzlük” ve “tanrısallık” projeleri olarak adlandırdığı bu hamleler, sadece bireyleri değil, ulusların kaderini de değiştirecek.

Geri kalanlar ise, sanayi sonrası dünyanın artık parçalarıyla oyalanıyor. Bir gün fark edeceğiz ki, tıpkı Homo erectus’un yok oluşunu kimsenin “o anda” fark etmemesi gibi, bazı uluslar da tarih sahnesinden yavaşça çekilmiş. Harari’nin bir başka cümlesi bu noktada yankılanıyor: “Gelecekte, hikâyeyi anlatanlarla hikâyenin konusu olanlar arasındaki mesafe, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar açılacak.” İşte benim korkum, bizim bu hikâyeyi sadece dinleyenler arasında kalmamız.

Belki de Homo Deus’un gölgesinde gereksizleşen uluslar, tıpkı uzak bir çağın Homo erectus kabileleri gibi, var olmuş ama hatırlanmayan bir insanlık sayfası olarak kalacak. Ve biz, bunu çok geç fark edeceğiz.