HATTİ GÜNEŞ KURSU: ANKARA’NIN KÖKLERLE İMTİHANI

Abone Ol

Ankara’nın göbeğinde, Sıhhiye Meydanı’nda bir heykel durur. Her gün binlerce insanın önünden geçtiği, ama çoğunun farkına varmadığı bir heykel: HATTİ Güneş Kursu. Kimisi için sadece bronzdan bir form, kimisi için belediye logosu… Oysa bu anıt, Cumhuriyet’in köksüzlük suçlamasına verdiği en veciz cevaptır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’ya yöneltilen en sert eleştiri, “tarihsel kimliği olmayan bir kasaba” oluşuydu. İstanbul’un Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan ihtişamı karşısında, bozkırın ortasında seçilmiş bu yeni başkent köksüz, geçmişsiz, iddiasız bulunuyordu. Atatürk’ün Türk Tarih Tezi işte tam da bu noktada devreye girdi. O tez, Türk milletinin tarihini yalnızca Osmanlı ile başlatmaya kalkışanlara karşı, binlerce yıl öncesine uzanan bir iddia taşıyordu. Türklerin Orta Asya’dan çıkıp sadece Anadolu’yu değil, dünyanın dört bir yanını etkilediğini; Anadolu’nun da Hititlerden Friglere, Lidyalılardan Urartulara bizim tarih zincirimizin halkaları olduğunu söylüyordu.

Bu vizyonla Alacahöyük kazıları başlatıldı. Atatürk bizzat ilgilendi, raporları okudu, ödenek ayırdı. O kazılarda ortaya çıkan küçük bronz kurslar, güneşi ve yaşam döngüsünü sembolize ediyordu. Binlerce yıl önce bozkırın insanı güneşi kutsamış, yaşamın kaynağını simgeleştirmişti. Cumhuriyet bu sembolü aldı, büyüttü, şehrin tam kalbine yerleştirdi.

1978’de Nusret Suman’ın eliyle bronza bürünen HATTİ Güneş Kursu Anıtı, aslında bir meydan süslemesinden fazlasıdır. O, Atatürk’ün “köklerimizi arayışı”nın taşlaşmış hâlidir. O kurs, Cumhuriyet’in laik ama aynı zamanda kökleriyle gurur duyan kimliğinin sessiz ifadesidir.

Bugün üzerinden geçip gittiğimizde fark etmiyoruz belki ama Sıhhiye’deki o anıt, Ankara’nın yalnızca Osmanlı’nın taşrası olmadığını, Anadolu’nun kalbi olduğunu haykırıyor. Biz Ankaralılar içinse bu anıt, Cumhuriyetçi kimliğimizin bir nişanı. Çünkü Atatürk’ün aradığı o tarihsel bağ, bizim yüreğimizde hâlâ aynı kuvvetle yankılanıyor.

Benim için Sıhhiye’deki Güneş Kursu, yalnızca geçmişin değil, bugünümün de sembolü. Cumhuriyet’in kazandırdığı özgüvenin, bu topraklarda köksüz olmadığımızın, bilakis dünyanın en köklü uygarlıklarının mirasçısı olduğumuzun kanıtı. O yüzden her önünden geçtiğimde aynı soruyu hatırlatıyorum kendime: Biz bu topraklarda köksüz müydük, yoksa güneşin altında binlerce yıl parlayan bir zincirin halkası mıydık?

Cevap meydanda duruyor. Bronzdan bir kursun sessizliğinde, ama Ankara’nın bütün tarihini fısıldayarak…