Ankara’nın Yuttuğu Yapılar Üzerine Bir Bellek Yazısı
Ankara büyüdükçe doymayan bir şehir gibidir; geçmişini yiyerek bugüne varır. Taş taş üstüne koyarken, bir başka taşın sessizce yok olduğunu fark etmeyiz. Oysa bu şehir, bir zamanlar sadece binalardan değil, hikâyelerden, seslerden ve kokulardan da kuruluydu. Bugün üstünde yürüdüğümüz kaldırımların altında, bir kütüphane sessizce uyur, bir fabrika bacasının gölgesi hâlâ toprağın altındadır. Ankara, kendi geçmişini yutan bir başkenttir — ama her yutulan yapının ardında bir anı, bir nefes, bir insan kalır.
CUMHURİYET’İN KAYBOLAN İLK YAPILARI
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yükselen kırmızı tuğlalı yapılar, yalnızca devlet dairesi değil, birer inanç anıtıydı. Ulus’taki ilk Toprak Mahsulleri Ofisi ambarları, harman kokusuyla birlikte bir ulusun emeğini depolardı. Etnografya Müzesi’nin arkasında yer alan ilk Milli Kütüphane binası ise bilgiye aç bir toplumun kalbiydi; sonra sustu, sonra kayboldu. Şimdi yerinde araçlar park ediyor — bilginin yerine egzoz dumanı.
Ankara’nın tarihindeki en büyük yıkım bazen kepçeyle değil, ilgisizlikle gelir.
ENDÜSTRİYEL MİRASIN KAYBI
Bir kentin belleğini sadece taş yapılar değil, dumanı tüten bacalar da taşır. Ankara’nın Cumhuriyet döneminde kurduğu ilk sanayi damarları, bir kalkınma rüyasının izleridir.
Maltepe Havagazı Fabrikası, 1929’da yalnızca enerji üretmek için değil, modernleşmenin ışığını yakmak için kurulmuştu. Kuleleri göğe değil, zamana meydan okurdu. Sonra “zararlı” dendi, kapatıldı. Yerinde şimdi bir park var, ama geceleri rüzgâr estiğinde hâlâ o fabrikanın ağır metal kokusu burnuna gelir insanın. Bu kokuyu çocukken duymuşsan, unutamazsın.
Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Eski Bira Fabrikası, Alman mühendislerin elinden çıkmış, kırmızı tuğla duvarlarında disiplini, üretim coşkusunu taşıyan bir yapıydı. İçeride yalnızca bira değil, Cumhuriyet’in kendine güveni mayalanırdı. Şimdi o güvenin yerinde bir sessizlik var. AOÇ arazisi daraldıkça, sanki o ilk yılların neşesi de daralıyor.
Ve Cer Atölyeleri… Gar çevresindeki bu atölyeler, tren sesleriyle uyanan bir şehrin nabzıydı. Orada yalnızca lokomotif tamir edilmezdi; Ankara’nın işçi sınıfı orada doğdu. Ustalar, rayların üzerinde alın teriyle Cumhuriyet’in görünmeyen hikâyesini yazdılar. Bugün aynı yerde yüksek hızlı tren istasyonu var — hızlı, ama duygusuz. Ankara artık hiçbir yere geç kalmıyor, ama geçmişine yetişemiyor.
SİNEMALAR, PASAJLAR VE KÜLTÜREL KAYIPLAR
Bir kentin hafızası sadece anıtsal yapılarda değil, insanların birbirine “yarın yine burada buluşalım” dediği yerlerde yaşar. Ankara’nın 1970’li yılları, tam da bu cümlelerin geçtiği bir dönemdi.
Milli Sinema, taş basamaklarından çıkarken burnuna önce kavrulmuş fındık kokusu, sonra perde arkasındaki projektörün uğultusu gelen o salon, yalnızca filmlerin değil, insanların birbirine inandığı bir dünyanın kapısıydı. Yıkıldığında kimse fark etmedi; çünkü o sırada herkes televizyona dönmüştü. Ama perdedeki ışığın yerini hiçbir ekran dolduramadı.
Biraz ileride, Sus Sineması ve Yeni Sinema vardı. Sakarya Caddesi’nin akşam kalabalığında parlayan tabelaları, Ankara’nın gençliğini aydınlatırdı. Şimdi yerlerinde zincir markalar, beton duvarlar var. Oysa o salonlarda yalnızca film değil, hayal gösterilirdi. Ankara’nın en sessiz kaybı belki de bu salonlardır: Ses gitmedi, ama yankı da kalmadı.
Ve Kızılay Pasajı… Bir dönemin kalbinde atardı. Yukarıda gramofon plakları, aşağıda kahve kokusu, ortasında rüzgârın taşıdığı bir şehir melodisi. Yıkıldığında kimse anı defterine not düşmedi. Çünkü Ankara’da yapılar sessizce yok olur; tabelalar bir sabah sökülür, isimler hafızadan silinir. Bu şehir, yok edişini bile kibarca yapar.
HÂLÂ YUTAMADIĞI ŞEY
Bir şehir, her şeyi yutabilir. Binaları, meydanları, sesleri… Ama insanın hatırlama direncini asla.
Ankara, yüz yıl boyunca binlerce yapıyı susturdu ama bir şeyi silemedi: O yapıların içinden geçmiş insanların belleğini. Çünkü bir bina yıkıldığında sadece duvarlar değil, bir dönemin duygusu da çöker. Fakat hafıza, betonun altından bile filiz verir.
Ben bazen Ulus’tan Kızılay’a yürürken bunu hissederim. Her adımda başka bir binanın yankısı vardır. Bir zamanlar burada bir kütüphane vardı, orada bir fabrika, öte tarafta bir sinema… Hepsi şimdi yok. Ama ben o sesleri hâlâ duyarım; çünkü Ankara’nın yuttuğu her yapı, gerçekte bir hatırlayana muhtaçtır.
Belki de bu yüzden “Gizlenenin Peşinde”yiz. Çünkü bir şehir ancak hatırlandıkça yaşar.
Yıkılan yapılar değil, unutulan hikâyeler öldürür bir kenti.
Ve Ankara, bütün yıkımlarına rağmen hâlâ ayakta — çünkü biz hâlâ hatırlıyoruz.