GİZLENENİN PEŞİNDE – ANKARA’YI ÖNCE KİM GÖRDÜ?

Abone Ol

Bir süre önce Kızılcagün TV’de yaptığım bir programda,
kameraların karşısına geçtiğim anlarda içimi dürten merak hep aynıydı:
Bir şehrin kaderi gerçekten önceden sezilebilir mi?
Bunu sormamın sebebi bir kehanet avcılığı değil;
Ankara’nın o bildik, derinden gelen sessizliğinin
bazen tarihin bütün gürültülerinden daha yüksek konuştuğunu sezmemdir.

Programda, çok özel bir konukla birlikte
Müştak Baba’nın Ankara’ya dair o meşhur kehanetini ele almıştık.
Stüdyo ışıkları bir bir sönerken,
kafamda yalnızca tek bir cümle yankılanıyordu:

“Ankara’da devlet ola…”

Bu cümleyi ne kadar okursam okuyayım,
kendimi hep başka bir kapının önünde buluyorum.
Sanki Ankara’nın geleceği,
henüz kimsenin adını bile bilmediği bir deftere
çok önceden düşülmüş de
biz bugün o kaydı gecikmiş bir merakla okuyormuşuz gibi.

Müştak Baba’nın sözünün ağırlığı,
yalnızca bir kehanetmiş gibi anlatılmasından gelmiyor.
Asıl mesele, bu sözün sahibinin kim olduğunda gizli.

Müştakzade Mustafa Sıdkî,
18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başında yaşamış,
Siirtli bir melâmi dervişi, bir mutasavvıf,
aynı zamanda güçlü bir divan şairi.
Kendini gösteren biri değil;
bilakis, melâmet geleneğinin gereği olarak
kendini gizleyerek yaşayanlardan.
Ama onu farklı kılan şey,
hurufî geleneğin izlerini taşıyan o eski ilme—
cifr ve ebcede— duyduğu merak.

Bugün elimizde,
onun şiirlerinin toplandığı bir divan,
bir de halk belleğinde yıllarca dolaşmış rivayetler var.
Evet, kehanetin bazı bölümlerinin
sözlü kültür içinde büyüdüğünü biliyoruz;
ama Müştak Baba’nın
“harflerin kaderi vardır” diyen o eski anlayışla
şehir isimlerini çözümlerken yaptığı yorumlar,
onun sezgisel bir ufka sahip olduğunu da gösteriyor.

İşte bu yüzden
“Ankara’da devlet ola, devletlüler ola…”
dediğinde,
kimse o sözün nereye varacağını bilmiyordu.
Çünkü Ankara, o günlerin gözünde
ne bir ticaret şehriydi
ne bir siyaset merkezi.
Bozkırın ortasında, rüzgâra bırakılmış bir taşra.

Ama bazen kader,
kimsenin aklına gelmeyen yerden yürür.

Kızılcagün TV’deki o programda
bu kehanetin iki farklı yorumunu tartmıştık.
Birincisi,
Ankara’nın konumunu sezgisel bir bakışla fark eden bir dervişin
geleceğe dair öngörüsü.
İkincisi ise
kelimelerin sayı değerleriyle yapılan
o eski cifr hesaplarının ortaya çıkardığı sonuç.
Hangisi olursa olsun,
bugün geriye dönüp baktığımızda
bir taşın kenarına iliştirilmiş eski bir not gibi
anlam kazanıyor.

Ama beni en çok etkileyen şey,
kehanetin kendisinden çok
bir Anadolu dervişinin,
henüz kimsenin düşünmediği bir zamanda
bu bozkır şehrinin adını
geleceğin merkezine iliştirmiş olmasıdır.

Ankara’nın başkent oluşu
sadece siyasi bir tercihin sonucu değil;
aklın, sezginin ve tarihin
aynı noktada buluşmasıdır bence.
Belki de Müştak Baba’nın gördüğü şey
tam da buydu:
Bir millet küllerinden yeniden doğacaksa,
bunun durağı
eski ihtişamın gölgesinde değil,
bozkırın dürüstlüğünde olmalıdır.

Ve öyle oldu.

Bugün Ankara sokaklarında yürürken,
o kehanetin toprağa bıraktığı izi
yer yer duyuyorum.
Ulus’un rüzgârında,
Birinci Meclis’in taşında,
Kale’nin yolunda…
Hepsi aynı şeyi fısıldıyor:

“Burası rastgele bir başkent değildir.”

Benim Kızılcagün TV’de bu konunun peşine düşmem de bundandır.
Çünkü Ankara’yı Ankara yapan,
yalnızca kararnameyle alınan bir başkentlik değildir;
bir dervişin yüzyıllar önce söylediği bir mısra da
bu hikâyenin ayrılmaz bir parçasıdır.

Ve bazen,
bir kehanet,
gerçekleştiği için değil;
sen doğru soruyu doğru zamanda sorduğun için
anlam kazanır.