Malzeme devşirmeydi: Roma ve Bizans kalıntılarından sökülüp getirilen bloklar, kimi yerde kerpiç takviyesi. Ustalıktan çok hayatta kalma telaşının ürünü… Ama yine de düzen var: taşlar harçla bağlanmış, yüksekliğe yetişsin diye kerpiç denenmiş, kenti saran psikolojik bir eşik inşa edilmiş.
Bu hikâyenin modern zamanı 1998’de başlıyor. Büyük bir inşaatın kazısı sırasında, kepçenin altından bir duvar çıkıyor. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden genç bir arkeolog olarak sahada görevli Dr. Soner Ateşoğulları ilk anda tanıyor: “Bu, Ankara’nın dış suru!” diyor. Arşiv tozlu sayfalarını açıyor: 1947’de Çankırı Kapı civarında bulunan izler, 1980’lerde rastlanan ama korunamayan parçalar… Bu kez kaderi değişiyor. Müze müdürü İlhan Temizsoy’un ısrarı, Ateşoğulları’nın belgeleri, fotoğrafları ve çizimleriyle birleşiyor, Koruma Kurulu karar veriyor: duvar korunacak.
Bugün çok katlı bir otoparkın ortasında kendine nefes boşluğu açmış, hâlâ ayakta. O taşlar yalnızca geçmişi değil, bir kentin kolektif refleksini anlatıyor. Düşünsenize, cami avlusundan tapınak kalıntısına, hamam duvarından sütun tamburuna kadar ne buldularsa getirmişler. Tek amaç: içeriyi korumak.
Bu duvarın dili yalın: “Beni büyük ustalar değil, büyük korkular inşa etti.” Ve en çarpıcı yanı, bilimsel sebat ile kent hakkının yan yana durduğu o an. Bir yanda rantın mantığı, diğer yanda belleğin mantığı… Arkeologların, kamu yararı için verdikleri bu mücadele, Ankara’nın kent belleğinde küçük ama onurlu bir zafer olarak duruyor.
Bugün o duvarın önünde durduğunuzda kulağınıza iki ses gelir: Biri 17. yüzyıldan, “Kapıyı kapatın!” diyen telaş; öteki 20. yüzyıldan, “Bunu koruyun!” diyen akıl. İkisi birleştiğinde kent, taşla insanın ortak eseri olur. Ve Ankara’nın bu duvarı, tam da bu yüzden yalnız geçmişi değil, geleceği de korur: Kendi hikâyesini unutmayan bir kentin geleceğini.