Çankaya... Bu sözcük artık sadece bir semt adı değil. Bir tepe değil, bir köşk değil, bir mekân hiç değil. Çankaya, Türk milletinin kaderinin yeniden yazıldığı, kelimelerin tarih kadar ağırlaştığı bir sessizlik coğrafyasıdır. Ben bu sessizliğin en gür yankısını Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya”sında duydum.
Falih Rıfkı, sadece bir gazeteci değildi. O, bir gölge tarihçiydi. Atatürk'ün gölgesi gibi yanında durmuş, ama o gölgeyi anlatmaya cesaret etmiş bir tanıktı. “Çankaya” kitabı, resmi tarih kitaplarının arka bahçesi değil; tam tersine, ön bahçesidir. Resmi anlatının soğuk çizgilerinin arkasındaki insanı, mücadeleyi, duyguyu, çelişkiyi anlatır. Ve ben orada, gizlenenin izini bulurum her seferinde.
Mesela bir anı var ki, okuduğumda durup uzun süre pencereden dışarıya bakmıştım:
Mustafa Kemal, bir akşam sofrada yakın arkadaşlarına dönüp şöyle der:
“Bir gün bu sofrada oturanlardan hiçbiri kalmayacak. Bu sofra bile kalmayacak. Ama biz eğer gerçekten bir şey yaptıysak, o kalacak.”
Bu satırda yalnızca bir öngörü değil, bir yalnızlık, bir kader bilinci, bir iliklerimize kadar işleyen fanilik duygusu var. Ve bu duygunun orta yerinde bir aydınlanma: Gerçek mücadele, kendini aşan bir iz bırakma çabasıdır. İşte Gizlenenin Peşinde tam da burada başlar: Eşyada saklı anlamda, insanın suskun arka planında.
Falih Rıfkı'nın anlatımında en çok etkilendiğim şey, Atatürk'ün insani yönlerini büyük bir incelikle yansıtmasıydı. Bir yerde Mustafa Kemal, Çankaya’da sofrasını kurduğu arkadaşlarından birini “kendine fazla güveniyor” diye soğuk bir bakışla izler. O anın duygusal gerilimi, Falih’in kaleminde öyle berrak, öyle doğal ki... Hepimiz bu memleket masasında otururken, yerimizin ve haddimizin ne olduğunu yeniden düşünmeye başlıyoruz.
Kitaptan bir başka satır:
“Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a gitmeye niyetlendiğinde ‘Eğer bana engel olmaya kalkarlarsa, halkı yanıma alır, onları ezer geçerim’ demişti.”
Bu yalnızca siyasi bir kararlılık değil, aynı zamanda halkla kurulan derin bir duygusal bağın ifadesidir. O halkla birlikte yürümek, yürürken görünmeyen engelleri ezip geçmek... Sanki Gizlenenin Peşinde yürürken ardımızdan yükselen ayak sesleri gibi.
Falih Rıfkı Atay, bana göre “devrim tarihimizin hafıza kütüğüdür.” Onun kelimeleri yalnızca gözlemler değil, ruhunun süzgecinden geçmiş yaşanmışlıklardır. Bugün hâlâ Çankaya’ya çıkan yolda yürürken, onun yazdığı her satırın rüzgârda bir fısıltıya dönüştüğünü hissediyorum. O fısıltılar, Mustafa Kemal’in gece yürüyüşlerinde kendini dinleyişini, sofrada aniden dalıp gitmesini, bir arkadaşını sessizce gözden çıkarmasını hatırlatıyor. Tarih, resmi törenlerden çok daha önce, bu sessizliklerde saklıdır.
Ben Çankaya’yı bir kitap gibi değil, bir yemin gibi okudum. Her satır, bu ülkenin kaderini yazan ellerin nasıl titremediğini; ama kalplerinin nasıl da yorgun düştüğünü gösteriyordu.
Belki de en çok şurada etkilendim:
“Mustafa Kemal, devrimi yaparken yanında olanların bir gün ona karşı döneceğini biliyordu. Ama gene de yola çıktı.”
Bu bir liderin yalnızlığıdır. Ve biz o yalnızlığın içinde hâlâ gizlenenleri arıyoruz.
Gizlenenin Peşinde bir defter gibi açıldığında, ilk sayfasında Falih Rıfkı’nın sesi vardır. Sessiz bir tanıklık, ama gür bir hakikat. Belki de gerçek tarih, işte o tanıkların gölgesinde yaşamaya devam ediyor. Ve biz her okuduğumuzda o gölgelerin izinden biraz daha aydınlığa çıkıyoruz.