BİR HALİN DEVAMI

Gizlenenin Peşinde: Şeyh Said İsyanı ve Yüzyıllık İttifakın Yeni Yüzü

Abone Ol

Doğu'dan gelen haberler Ankara'ya ulaştığında takvimler 1925'i gösteriyordu. Cumhuriyet henüz ikinci yılını sürüyordu. İnkılaplar yoldaydı, hilafet kaldırılmıştı, başkent hâlâ taş kokuyordu. Ama Bingöl yaylalarından kopup gelen silah sesleri, yeni rejimin o taş duvarlarını ciddi ciddi titretmeye başlamıştı.

İsyanın adı: Şeyh Said Ayaklanması.
Görünen yüzü: Bir Kürt isyanı.
Ama asıl gerekçesi: Hilafetin intikamı. Şeriatın bayrağı.
Ve arkasındaki derin damar: İdris-i Bitlisi’nin 16. yüzyılda Osmanlı’yla kurduğu o kadim, karmaşık, çatışmalı ittifak.

İdris-i Bitlisi, Yavuz’un Anadolu’ya uzanan eliydi. O elin ucunda ise Safevi korkusu, Kürt beylerinin pragmatizmi ve Aleviliğe karşı sistematik bir düşmanlık vardı. 1514 Çaldıran'da başlayan bu denge, 1925’e gelindiğinde hâlâ yaşıyordu. Yalnızca elbise değiştirmişti.

Şeyh Said, Nakşibendi tarikatına mensup bir dini liderdi. Medreselerde yetişmişti. Molla değildi sadece; aynı zamanda kanaat önderiydi. Hilafetin kaldırılmasını, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını, kadınların şapka takmasını, Latin harflerini ve “laikliği” sadece siyasi değil, ilahi düzene karşı bir başkaldırı olarak gördü.

Ve bu yeni düzene karşı başkaldırmak, ona göre şer’an farzdı.

İsyan 13 Şubat 1925'te Piran’da başladı. Hızla Genç, Bingöl, Elazığ, Diyarbakır hattına yayıldı.
Ama bu başkaldırı sadece bir aşiret hareketi değildi. Şeyh Said, "cihad" ilan etmişti.

  • Sloganlar: “Cumhuriyet dinsizdir”, “Şeriat isteriz”, “Hilafet geri gelecek”.
  • Halka dağıtılan bildirilerde açıkça “Peygamberin yolunu yıkan Ankara’ya karşı savaşmak ibadettir” deniliyordu.
  • İsyana katılanlar arasında eski Hamidiye alaylarından arta kalan subaylar, Nakşibendi şeyhleri, aşiret reisleri vardı.

Kürt kimliği elbette vardı bu hareketin içinde. Ama bir ulus inşasından ziyade, bir rejim yıkımı hedefleniyordu. Ve o rejim, sadece laiklik değil, Osmanlı'nın son kalıntılarını da tasfiye ediyordu. İşte bu yüzden, isyan bir “irtica” hareketiydi ama yalnızca bir geri dönüş özlemi değil; aynı zamanda hilafet üzerinden kurulan eski ittifakların yeniden canlandırılmasıydı.

O günlerde Anadolu Aleviliği yine suskundu. Çünkü bu kez düşmanın adı değişmişti ama yönü aynıydı.

  • 1514’te İdris-i Bitlisi’nin planladığı kıyım hattı neyse,
  • 1925’te Şeyh Said’in etrafında birleşen söylem de aynıydı:

“Bu topraklar ya şeriatla yaşar ya da haramla ölür.”

Ve Ankara bunu çok ciddiye aldı.
İsyan bastırıldı. Takrir-i Sükûn Kanunu ilan edildi.
İstiklal Mahkemeleri, çok değil, birkaç yıl önceki Delibaş gibi, bu kez Şeyh Said için çalıştı.
Ama asıl değişen şey, Cumhuriyet’in irticaya karşı ilk defa sistematik, topyekûn bir savunma mekanizması geliştirmesiydi.

Bugün hâlâ bu isyanı salt bir “Kürt meselesi” olarak görmek, o büyük resmi ıskalamaktır. Şeyh Said, elbette Kürt’tü ama isyanın taşıdığı ruh, çok daha derindi.
Bu, bitmemiş bir hesabın devamıydı.
İdris-i Bitlisi'nin mürekkebiyle yazılan bir fermanın, 400 yıl sonraki yırtılışıydı bu.
Ve o yırtılış sırasında, yine en çok Anadolu’nun suskun halkları, Alevi köyleri, Cumhuriyetçi genç kadrolar acı çekti.

Gizlenenin peşindeyiz. Çünkü bu topraklarda bazı kırılmalar sadece bir kez yaşanmaz.
Bazen 1514’te başlar, 1925’te hortlar.
Ve 2025’te bile hâlâ yankılanır.