ARA GÜLER'DEN SALGADO'YA: KARELERİN ARDINDAKİ DÜNYA

Yirmi beş, belki otuz yıl önce… Takvim tam net değil, ama insanın aklında bazı yolculukların tarihi, rakamlardan çok, bıraktığı izlerle kalıyor. O yıllarda yollar bizi Brezilya'ya, Sao Paulo'ya götürdü. Orada, eski dostlarımız olan bir aileyi ziyaret edecektik. Ailenin fotoğraf sanatına olan ilgisini, bu meraklarının ne kadar derin olduğunu önceden biliyordum. Bir yolculuk hazırlığı yaparken, insan böyle ayrıntıları aklının bir köşesine not eder.

Abone Ol

İstanbul’dan ayrılmadan önce düşündüm; onlara güzel, anlamlı bir armağan bırakmalıydım. O an aklıma gelen isim, elbette ki Ara Güler oldu. Fotoğraf dendi mi, hele İstanbul denince, Ara Güler’in kadrajından süzülmeyen bir İstanbul zaten eksiktir. Gidip, onun ünlü İstanbul albümünü satın aldım. Yetinmedim… Ara Güler’e ulaşıp, o albümü onlar adına imzalattım.

Bugün geriye dönüp baktığımda, bunun sadece bir hediyeleşme olmadığını, aslında kadrajların, bakışların, fotoğrafın ötesinde bir düşünce alışverişi olduğunu daha iyi anlıyorum.

Sao Paulo’ya vardığımızda, albümü büyük bir keyifle takdim ettim. Ama hayatın ince tesadüfleri orada da kendini gösterdi. Onlar da bana, Brezilya’nın yetiştirdiği ama aslında tüm dünyanın saygı duyduğu büyük fotoğraf ustası Sebastião Salgado’nun Workers albümünü armağan ettiler. Henüz Salgado’yu tanımıyordum. Ama o albüm, açtığım ilk sayfasıyla birlikte beni içine çekti. Onların imzalatma fırsatları olmamıştı belki ama o fotoğraflar, insanın içine işleyen bir imzanın çok daha ötesindeydi.

Salgado’nun fotoğraflarında gördüğüm ilk şey; estetikten, teknikten önce, insanın ta kendisiydi. Yorgun eller, çizilmiş yüzler, ter ve toprakla yoğrulmuş bedenler… Workers, sadece çalışanların değil, dünyanın görünmeyen arka planında hayatını sürdürmeye çalışan milyonların sessiz çığlığıydı.

Sonrası zaten kaçınılmazdı. Salgado’nun eserlerini bir bir takip etmeye, arşivini yakından incelemeye başladım. Genesis albümüyle, insanın doğaya yabancılaşmadan önceki ilk günah öncesi saflığına götürdü beni. Fotoğraflarında öyle yerler vardı ki; sanki insanoğlu henüz oralara ayak basmamış gibiydi. Amazon’un derinliklerinden, Afrika'nın uçsuz bucaksız düzlüklerine, kutupların sessiz beyazlığına kadar dünya, Salgado’nun objektifinde bir anlam haritasına dönüşüyordu.

Bir başka eserinde, Migrations albümünde ise, insanlığın bitmeyen göç hikâyesini tüm çıplaklığıyla sundu bize. Savaşların, açlığın, yoksulluğun gölgesinde, valizlerini bile alamadan yola çıkanların yüzleri… Sınırlar, dikenli teller, yürüyen kalabalıklar… Ve hepsinin ardında, dünyanın bir türlü çözemediği adaletsizlik hikayesi…

Salgado’yu tanıdıktan sonra fark ettim ki, iyi bir fotoğraf yalnızca güzel bir kare değil; iyi bir fotoğraf, zamana direnç gösteren bir tanıklıktır. Nasıl ki Ara Güler’in İstanbul albümü, bu şehrin geçmişten bugüne taşıdığı ruhun görsel kaydıysa, Salgado’nun eserleri de dünyanın yüzleşmek zorunda olduğu gerçekliğin susmayan sesi.

Bugün o albümler hâlâ kütüphanemin baş köşesinde duruyor. Biri İstanbul’un sokaklarını, boğazın sisini, balıkçıların yüzlerini anlatıyor. Diğeri dünyanın en ücra köşesindeki insanı, emeği, doğayı ve göçü...

Ve ben her baktığımda anlıyorum ki; bir fotoğraf bazen bir armağanla gelir, ama ardından insanın dünyaya bakışını, anlamını, derinliğini değiştiren bir yolculuğun kapısını aralar.