Ankara’nın yeraltı hikâyesi Roma dönemine kadar uzanır. Ulus’un taş döşeli sokaklarının altında hâlâ o dönemin su kemerleri, tahliye hatları ve gizli geçitleri vardır. Hacıbayram’dan Bentderesi’ne inen dar oyuklarda, bir zamanlar Bizans döneminin rahipleri dua etmiş, küçük cemaatler baskıdan kaçmak için yerin altına sığınmıştır. Onların açtığı yollar, yüzyıllar sonra yeniden kullanılacaktır — ama bu kez Tanrı’ya değil, devlete sığınmak için.
1930’ların sonu… Avrupa karanlığa gömülürken, Ankara sessizce yeraltına inmeye başlar. 2. Dünya Savaşı’nın gölgesinde, olası bir bombardımanda devletin kalbi korunsun diye Genelkurmay, Meclis ve Başbakanlık arasında “olağanüstü hâl inşaatları” başlatılır. Belgelerde adı geçmez; ama geceleri çalışan işçiler sabah kazıları yeniden kapatır. Onlara göre bu, “yeraltı telefon hattı”dır. Oysa o hat, bir devletin nefes borusudur.
Kızılay’daki mermi başlığı biçimindeki sığınak, bu dönemin açıkta kalmış sembolüdür. Sadece yüksek rütbeli yöneticiler için değil, o dönemde Ankara’da görev yapan birçok memur için de küçük sığınma odaları yapılır. Kimi arşiv, kimi depo olur; ama hepsi aynı düşüncenin ürünü: Devlet, savaşta bile kesintiye uğramamalı.
1950’lerle birlikte soğuk bir dönem başlar — adı Soğuk Savaş’tır ama Ankara’nın yeraltı ağı bu kez sıcak betonla örülür.
Bahçelievler, Cebeci, Tandoğan ve Yenişehir çevresinde nükleer dayanımlı sığınaklar yapılır. NATO’nun teknik danışmanları bu projelerde görünmez biçimde yer alır. Hava filtresi sistemleri, kapalı devre jeneratörler, ağır çelik kapılar… Her şey “olağanüstü bir gün” için hazırlanır.
O gün hiç gelmez, ama yapılar kalır.
1970’lerde sığınak zorunluluğu yasaya dönüşür. Her yeni okul, hastane, apartman bir sığınakla birlikte planlanır.
Bugün hâlâ bazı eski apartmanların bodrumlarında paslı bir tabela görürsün:
“Sivil Savunma Sığınağı – Kapasite: 40 kişi.”
O tabelalar, aslında bir dönemin toplumsal psikolojisidir: bombadan değil, belirsizlikten korunmak isteği.
Metro kazıları başladığında, müteahhitlerin günlüğüne düşen kısa bir not dikkat çeker:
“Beklenmedik bir boşlukla karşılaşıldı.”
Hiçbir ayrıntı verilmez. Ama o “boşluklar”ın bazılarının 1940’ların tünelleri olduğuna dair sessiz tanıklıklar vardır.
Kimse doğrulamaz, kimse yalanlamaz.
Ankara işte böyle bir şehirdir — suskunlukla korur hafızasını.
Bugün Beştepe’den Söğütözü’ne uzanan modern yapılar altında, artık bambaşka bir yeraltı sistemi var.
Sığınak değil, operasyon sürekliliği merkezleri: enerji, iletişim, güvenlik…
Yani Cumhuriyet’in “hayatta kalma refleksi” artık dijital katmanlarda sürüyor.
Ama temel aynı: Devletin kalbi, her ihtimale karşı yerin altına da atar.
Belki o yüzden Ankara’da yürürken, bazen adımlarının altında bir yankı hissedersin.
O yankı, ne metrodan gelir, ne kanalizasyondan.
O, toprağın altına kazılmış bir inancın sesidir.
Bu şehirde Cumhuriyet yalnızca tepede dalgalanmaz; yerin altında da nöbet tutar.