Son bir ayda ne kadar çok ağladık değil mi? Önce İzmir depreminde enkaz altında kalan insanlara, annelere ve çocuklara ağladık. Ağabeylerinin, ablalarının yanı başında ölen küçücük çocuklara, ikiz kardeşler Ezel ve Elzem Perinçek enkazdan sağ çıkarken 7 yaşındaki kardeşleri Umut’ un ölümüne ağladık. Mucize bebekler; günler sonra sağ çıkarılan Elif ve ardından Ayda’ ya ağladık. Biz yıkıntılar arasında kayıp giden 107 cana gözyaşı dökerken sanki dünya üzerinde yeterince dert yokmuş gibi, ülkesi içinde siyasi desteği azalan Ermenistan başbakanının durduk yere Azerilere saldırarak sivil öldürmeye başlaması üzerine çıkan düpedüz savaşta, mevzunun tersine dönmesi üzere Azeriler 28 yıl önce Ermeniler tarafından sürüldükleri Şusa’ ya girdiler. İlham Aliyev galiba haberi rahmetli babasına bizzat kendisi vermek istedi ki; yanına karısını alarak babası Haydar Aliyev’ in mezarını ziyaret etti, mezar başında saygı duruşuna geçtiğinde Azerilerle beraber biz de ağladık. Şusa’ da bir Azeri; 13 yaşındayken ayrıldığı memleketine 41 yaşında geri geldiğini ve evinin yerini bile hatırlamadığını söyledi, onu dinlerken ağladık. İzmir depreminde müthiş bir dayanışma yaşandı, çoğu köşe yazarı 1939 Erzincan depreminin yürek yakan hikayelerini ve gündüz enkazdan insan kurtarmaya uğraşıp akşam yıkık hapishaneye geri dönen mahkumlarını yazdı, o yazıları okudukça ağladık.
Deprem ve savaş insanın iki büyük felaketidir. İlki engellenemez ama öldürücü etkisi yok edilebilir. Savaş ise tümüyle sanal bir tepki olup kendi kendimize yarattığımız amansız yok etme dürtümüzün organize edilmiş halidir. Her ikisinin de bunca insan öldürüp bunca acıya neden olması kendi kurguladığımız düzeneklerin kaçınılmaz sonucudur.
İzmir depreminde evinden bütün ailesiyle beraber sağ salim çıkabilen ama evi çürük raporu alarak mühürlenen bir arkadaşım yaşadığı duygu karmaşasını ve her gün neredeyse bin türlü değişik hisse büründüğünü anlattı. İlk olarak; deprem anındaki o büyük korkunun ardından ailesiyle hep beraber kurtulabildiği için büyük bir şükran duygusu, ardından gelen hayatın hem ne kadar boş hem de ne kadar değerli olduğu hissi, etraftaki insanların büyük acılarını televizyon ekranından değil de doğrudan izlemenin yarattığı sarsıntı ve en sonrasında insan doğamız gereği “büyük tehlike yaşadık, canımız sağ olsun” düşüncesinin baskılayamadığı; uzun yıllar çalışılarak edinilmiş ev ve eşyaların kaybına duyulan üzüntü... Şanslı olanların bile yaşadıkları travmaları atlatmalarının vakit alacağı bir felaket yaşandı yine. İzmir depreminin; 1939 Erzurum depreminde devrilen sobaların cayır cayır yaktığı enkazda insan kurtarma çabası ve 1999 depremine nasıl başardıysa ilk gün yetişerek o korkunç duruma tanık olmuş arkadaşımın söylemiyle “Kıyamet günü dedikleri şey böyle olmalı…” travmalarına göre daha az dozda acı olmasına rağmen bir tek insanın bile o enkazın altında yaşamla ölüm arasında geçen saatleri hepimizi hüngür hüngür ağlatmıyor mu?
Ermeniler ile yüzyıldır kronik gerilim halindeyiz. Sabık başkan Trump’ ın Ortadoğu savaşları için söylediği “ridiculous endless wars” yani gülünç sonu olmayan savaşlar tanımlamasını burada da kullansak tam yerini bulmaz mı? Yüzyıl öncesinden kalma bir kin nedeniyle ırklar birbirlerinin topraklarına oturup uzun yıllar sonra da çocuklarını kucaklayıp kaçıyorlar. Bir aile için bundan daha büyük bir travma olabilir mi? Bir anda sadece arabana sığdırabileceğin eşyalarını alabilip geri kalan her şeyi, evini ve hayatını geride bırakıp bilinmeze gitmek zorunda kalıyorsun. Gittiğin yerde karnının güç bela doyabilmesinden başka bir beklentin olamayacağını ve eğer sana sahip çıkacak akraba hışmın yok ise kamplarda çocuğunu sıcak ve tok tutabilmeyi çok yüksek bir hayat standardı olarak görerek yaşayacağını biliyorsun. Haydi deprem doğanın bir eziyetidir diyelim savaş ile insan insana bu ezayı neden yaşatır ve sonu gelmeyen çıkar çatışmalarının bedelini bu her şeyden habersiz insanlara ödetir, anlayabilmenin ön şartı siyasetçi olmak mıdır? Savaş başlayana kadar masum taraf vardır sözü çok doğrudur. Zira silahlar çekildikten sonra artık ortalıkta masum yoktur. Ölmemek için öldürmen, senin için değerli olan kişilere ulaşıp zarar veremesinler diye acımadan can alman gerekir. O nedenle savaşları başlatmamak çok önemlidir, başladıktan sonra her şey çarpılır. Dağdaki bir Ermeni askeri şöyle söylüyor ;“Türkiye olmasa biz bu Azerilerin hepsini dağa süreriz. Azerbaycan dediğin nedir ki! Plastik bir ülke! Ah Türkiye olmasa…” İşte faşizm budur. Kameraya baka baka siviller dahil bütün Azerileri yok etmenin hayalini kuran ve bu hayal ile mutlu olacak kadar çarpık bir adamda vücut bulmuş, insanoğlunun karşısındaki en büyük tehlikedir ve savaşlar faşizmi körüktür.
İzmir depreminin acısı geçecek ve yeni evler yapılacak. Ayda annesiz büyüyecek; evine 20 dakika gecikmiş olsa muhtemelen şu an hayatta olacak o gencecik anne mezarında çürüyecek, Ayda annesinin kendisine sarılıp öptüğü pek çok tatlı anıyı hatırlamayacak bile. Birkaç haftaya kadar, gittiği düğün için süslenmiş haliyle iki çocuğuna sarılarak fotoğrafçıya gülümseyen o bahtsız kadını ben de unutacağım. Depremde evini kaybetmiş olan arkadaşım kiraya taşınacak, kendisini hem talihli hem talihsiz hissetmenin karmaşası ile uzun yıllar yaşayacak.